Belli bir yaşa geldikten sonra üniversite okumak, üstelik bu, gençlik yıllarında ikinci plana ittiğin, gazeteciliği öne çıkarttığın için kenara aldığın bir alanda eğitimse, oldukça keyifli. Arkeoloji okumak bana çok şey katıyor. Size de gençliğin hızıyla ya da iş, aş, ekmek derdine ertelediğiniz, vazgeçtiğiniz alanlarda eğitim almak eminim ki çok şey ekleyecektir. Fakat acı, üzücü, hatta kahreden bir yanı da var. Arkeoloji eğitimi sadece okula gidip gelmekten ibaret bir şey değil. Hiçbir eğitim de böyle değildir zaten. Antik kentlerde, tarihi alanlarda, eski yapılarda bolca vakit geçirir oldum. Taşı, toprağı, duvarı, kubbeyi, tonozu, coğrafyayı, peyzajı, delice zeytini, yabani asmayı, geçmişi bugüne taşıyan ahşap evleri, tahıl ambarlarını anlamak, çözmek, dinlemek, onlarla konuşmak insanı büyütüyor. İnsan evladının onlara yaptığını, kendisinden önceki kültürlere, yaşamlara, katmanlara karşı hoyratlığını, yağmasını görmek ise yıkıcı bir şey… İnsanın içini acıtıyor, öfkelendiriyor, canını sıkıyor.
Antalya yağmalanıyor
Antalya yıllardır tarımın ve turizmin başkenti diye anlatılır bize. Dünyaya dönüp böyle konuşur, birbirimize ayar veririz. Buna itiraz edecek değiliz elbette. Fakat eksik bir tablo bu… En önemli kısma tuvalde yer kalmamış, resmin dışına itilmiş. Kulaktan kulağa dolaşan istatistiğe göre 250, söylentilere bakarsak 450 antik kent ve yerleşim var Antalya coğrafyasında. Binlerce arkeolojik, tarihi, kültürel, dinsel sit alanı ise cabası. Bu rakamlar bize arkeolojinin de başkenti olduğumuzu söylüyor. Türkiye’de bu zenginlikte başka bir coğrafya yok. Dünyada da çok az örneği vardır. Belki yerkürede de bir eşimiz yok. Peki üstünde yaşadığımız bu toprağın, bu coğrafyanın kıymetini biliyor muyuz? Böyle bir zenginliğe sahip olduğumuzun ne kadar farkındayız? Görünüşe bakarsak hiç de farkında değiliz bunun. Antalya’nın duldasında, ücrasında, gözlerden ırak, insanlara uzak yüzlerce antik alan, kültürel miras var. Gözlerden ırak dedim, ama kem gözlerden uzak değil. Sadece Antalya’dan değil, çevre illerden, hatta bölgelerden gelen birileri kırıp döküyor, patlatıyor, kazıyor ve soyuyor buraları. Münferit değil, son derece organize, planlı, programlı bir soygun bu. Kentimizi, ülkemizi, tarihimizi, malımızı, mülkümüzü, eserlerimizi, mirasımızı hunharca çalışıyorlar. Daha da ötesi, son yıllarda türeyen ya da gemi azıya alan bir güruh, ‘put’ diyerek tahrip ediyor, parçalıyor, kırıyor, yıkıyor bu eserleri.
Korunmayan kültürel miras
Konyaaltı dağlarında Kelbessos diye bir antik yerleşim var. Köstebek yuvasına dönmüş durumda. Görseniz içiniz acır. Muhteşem bir lahidin önüne kocaman bir çukur kazıp tarihi eser aramışlar örneğin. Açılan çukur lahidin altında kalan toprağı oyacak zamanla ve çukura düşüp parçalanacak bu eser. Yine Konyaaltı’nda Onobara diye başka bir yerleşimde artık yapı kalıntılarını bile zor seçersiniz. Her karışı kazılmış, oyulmuş, köstebekler akılları sıra define aramışlar. Bu bahsettiğim kentler zaten her tür yağmaya açık. Çünkü hiç, ama hiç korunmuyorlar. Daha bir dolu örnek sayabiliriz. Peki korunanlar ne durumda? Dünyaca ünlü Termessos antik kentinin en değerli yapılarından biri Alketas Mezarı’dır. Gözbebeğimiz gibi bakmamız gereken bu yapı, bu kent milli park sınırları içinde. Güvenliği var, koruması var, kamerası var, güya her türlü önlemi var. Çok iyi korunduğunu düşündüğümüz bu mezarın duvarına işlenmiş Pisidia kalkanı tasvirini dinamitle patlattılar. Kayanın içinde altın olduğunu, define saklandığını düşünüyor ahmak herifler.
Arkeolojinin de başkentiyiz
Devletin gücü yetmiyor mu, ya da yetmek istemiyor mu? Muğla Milas’taki Hekatamnos Tümülüsü’nün neredeyse göstere göstere soyulmasını düşünürsek, Tarsus’taki gizemli kazıyı hatırlarsak, sorduğumuz soruyu ‘yetmek istemiyor’ diye yanıtlayabiliriz. Daha ötesini söylemeye dilim varmıyor. Yağma böylesine arsızca, böylesine hunharca ve hepimizin gözünün önünde sürerken, Antalya’dan ekmek yiyen, para kazanan, kum-güneş-deniz pazarlayan sermaye niye arka bahçesindeki bu tarihe, bu zenginliğe sahip çıkmıyor? Koruduğunda, kolladığında, keşfettiğinde bütün dünyaya gösterebileceği, sunabileceği, -turizm jargonuyla söylersek- ‘satabileceği’ bu mirasa, bu değere niye sırtını dönüyor? Para kazandığı, servet edindiği bu coğrafyaya karşı niye bu kadar kör, bu kadar sağır? Birçok eseri az bir çabayla, neredeyse çerez parasına ayağa kaldırabilecekken niye ıslık çalıyor? Canı sıkılan turisti Perge’ye götür, biraz dolaştır, ama bir tane sütunu ayağa kaldırmak için elini cebine atma… Turizm bu mu yani? Antalya’ya borcunuzu böyle mi ödeyeceksiniz? Sonra da ‘sürdürülebilir turizm’ filan diye ahkam keseceksiniz panellerde, söyleşilerde, toplantılarda. Kentin sürdürülecek hali kalmadı, eline dinamit lokumu alan lahit patlatmaya gidiyor, siz de fuarlarda kanepe yiyip paket satıyorsunuz. Bu böyle gitmez. Dur demenin zamanı geldi de geçiyor bile. Herkes bu varlığın, bu arkeolojik zenginliğin, bu mirasın bir ucundan tutsun, en azından gelecek nesillere aktarsın. Çünkü Antalya sadece turizmin ve tarımın değil, aynı zamanda arkeolojinin de başkenti.