Ataerkil şiddet piramidi

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü, dünyanın dört bir yanında milyonlarca kadının hayatına dokunan acı bir gerçeğin görünür kılındığı bir gün. Şiddet, bireysel bir öfkelenme hâlinin çok ötesinde, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin, ataerkil yapıların ve güç ilişkilerinin ürettiği sistematik bir sorun. Bu nedenle mücadele yalnızca kadınların olmaktan çıkıyor ve adalet duygusu olan herkesin sorumluluğu hâline geliyor.

Bugün hâlâ kadınlar için en temel hak olan yaşam güvencesi tehdit altında. Bu tablo, kadınların yaşamının bile pazarlık konusu yapılabildiği bir düzene işaret ediyor. Her yıl yüzlerce kadın, çoğu zaman en yakınındaki bir erkek tarafından öldürülüyor. Basına şüpheli ölüm diye yansıyan dosyalar, gerçeklerin karanlıkta bırakıldığı, ölümle yaşam arasındaki çizginin sorumsuzca silindiği vakalar olarak karşımıza çıkıyor. Bu ölümler, toplumun kadınlara biçtiği rolün bedelini en ağır şekilde ödediğini gösteriyor. Cinayetle sonuçlanan her vaka, bireysel bir trajediden çok daha fazlasını gösteriyor; kadınların yaşamlarının değerinin toplumsal yapılar tarafından nasıl sistematik biçimde azaltıldığını açık biçimde ortaya koyuyor.

Oysa şiddet yalnızca öldürmekle sınırlı değil. Ekonomik baskı, duygusal manipülasyon, sosyal izolasyon, dijital taciz ve işyerinde mobbing... Kadınlar hayatın her alanında farklı biçimlerde şiddetin hedefi hâline getiriliyor. İşyerlerinde kadınların maruz kaldığı mobbing, büyüklüğü hâlâ tam olarak ölçülemeyen görünmez bir şiddet türü. Kariyer yolunda emek veren kadınlar, kapalı kapılar ardında kurulan erkek dayanışmasıyla engelleniyor. Uygun görülmeyen terfiler, küçümseyici söylemler, yok saymalar, sistematik itibarsızlaştırmalar… Bunların hepsi birer şiddet biçimi. Üstelik çoğu zaman kanıtlanması, dile getirilmesi ve görünür kılınması en zor olanları.

Şiddetin görünür olan kadar görünmeyen yüzü de var: Psikolojik şiddet. Sistemli biçimde özgüveni zayıflatılan, sürekli eleştirilen, tehdit edilen, aşağılanan kadınlar, uzun vadede fiziksel şiddetten daha derin yaralar taşıyor. Taciz ve tecavüz ise ataerkil düzenin en çıplak, en ağır ve en sarsıcı tezahürleri. Kadınların beden bütünlüğü, iradesi ve onuru üzerinde kurulan bu tahakküm; toplumsal cinsiyet rejimlerinin kadınları nasıl nesneleştirdiğini tüm sertliğiyle ortaya koyuyor. Tecavüze uğrayan kadınların suçlanması, tacize uğrayanların sessizliğe zorlanması, failin korunup mağdurun yalnızlaştırılması ise şiddetin kurumsallaşmış boyutunu gözler önüne seriyor.

Toplumsal hayatın her alanında kadınların karşısına çıkan bu çok boyutlu şiddet yapısının değişmesi için önce adını koymak gerekiyor. Kadınların eşit, özgür ve güven içinde yaşayabildiği bir toplum ideali, soyut bir temenni olmanın ötesinde, hukukun, sosyal politikaların ve kültürel dönüşümün birlikte işlemesiyle mümkün olacak bir toplumsal hedef.

Bu nedenle 25 Kasım, farkındalık günü olmaktan çok, hesaplaşma ve yüzleşme günüdür. Kadına yönelik şiddetin tekil olaylar gibi görünmesine rağmen toplumsal yapıya kök salmış bir sorun olduğunu kabul etmediğimiz sürece hiçbir çözüm kalıcı olmayacak. Evde, sokakta, işte, dijital ortamda; nerede olursa olsun şiddetin her biçimi bir bütünün parçası. Bu bütün, ataerkil şiddet piramidinin en alt basamağındaki sözlü tacizden en üst basamağındaki cinayete kadar uzanan geniş bir hiyerarşiyi oluşturuyor. Günlük hayatın içinde küçük gibi görülen ya da özellikle küçük gösterilen aşağılamalar, cinsiyetçi şakalar, beden üzerinden kurulan denetim, ısrarlı takip ve dijital taciz, piramidin üst katmanlarını besleyen bir kültürü sürekli olarak yeniden üretiyor. Kadınların maruz bırakıldığı şiddet türleri farklılaşıyor; kimi ekonomik bağımlılıkla, kimi psikolojik baskıyla, kimi fiziksel saldırıyla, kimi cinsel şiddetle yüzleşiyor. Ancak tüm bu biçimler aynı zihniyetin, aynı iktidar ilişkilerinin, aynı toplumsal cinsiyet rejiminin ürünü. Ataerkil düzen kendini her seviyede yeniden ürettikçe, piramidin tepesindeki ölümcül sonuçlara giden patika da varlığını koruyor.

Şiddeti doğuran toplumsal dinamikleri sorgulamak, güç ilişkilerini dönüştürmek ve eşitlik ilkesini yalnızca hukuki metinlere sıkıştırmadan gündelik yaşamın tüm alanlarına taşımak zorundayız. Bu sorumluluk yalnızca kadınlara yüklenemez; toplumsal adaletin, vicdanın ve demokrasi anlayışının gerektirdiği ortak bir sorumlulukla karşı karşıyayız.

25 Kasım, karanlığa karşı yükselen bir itirazdır. Bu itiraz büyüdükçe, dayanışma güçlendikçe, hayatını kaybeden kadınların adalet talebi de geleceğe ışık olacaktır. Bugün sesini çıkaran her kadın, yarının daha adil bir toplumunun kurucusudur. Bugün yok sayılan her gerçek, yarın yüzleşmemiz gereken daha büyük bir toplumsal yara olarak karşımıza çıkacaktır. Değişim, ancak bu gerçeğin ağırlığını taşıyabildiğimizde mümkün olacaktır.