1985'te Antalya Temsilciliğini üstlendiğim Dünya Gazetesi'nin İstanbul'da Yazıişleri Müdürüydü Mustafa Mutlu arkadaşım...
Kırmızı Kedi yayınlarından 2013 yılında çıkan 'İktidar-Medya İlişkilerinin Perde Arkası'nı anlattığı 'Dön Kardeşim' adlı anı kitabını okurken satırlar arasında dolaştım. Ve kimi zaman çok eskilere gittim.
Yıl 1982, askerlikten sonra yerleştiğimiz Antalya'da başarısızlıkla geçen ticari denemelerimden sonra ilk göz ağrım gazeteciliğe dönmeye karar verdim.
Güneş Gazetesi yeni kurulmuştu. İstanbul'daki yöneticiler arasında 1967'de Ankara'da Yeni Gazete'nin temsilcisi olan ve bana gazetecilik yolunu açan sevgili ağabeyim, ustam Oktay Ekşi de vardı. Ankara'da aynı gazetede birlikte muhabirlik yaptığımız Hakkı Öcal arkadaşım da İstanbul merkezdeydi.
İstanbul'u aradım, durumu anlattım. Hakkı dostum, 'Artık Güneş'in Antalya muhabirisin, başla' dedi.
Ve başladım. Ama ne başlayış...
Magazin ve turizm ağırlıklı haberler, röportajlar yaptım. Gazetede çıkan tüm haberlerimi bir dosyada biriktiriyordum.
Bu maceram 4-5 ay sürdü. İmzalı haberlerim yayınlanıyordu ancak telif hakkım düzenli olarak gelmiyordu. Bir kez küçük bir miktar para geldi. Sonrası yok.
Çalıştığım gazetelerde çıkan imzalı haberlerimi, makaslayıp saklamışımdır hep. Bu huyum 1967'de Ankara'da başladığım ilk muhabirlik yıllarımın gazetesi, Hürriyet'in yan kuruluşu Yeni Gazete'de başladı. Zaman zaman alır elime bakarım, o heyecanlı eski güzel yılları anımsarım.
Güneş'te çıkan haberlerimin parasını almak için atladım bir otobüse çıktım yola.
Cebimde çok az bir miktar para.
Güneş'in yerini buldum.
Arkadaşım Hakkı Öcal bölge ve parasal işlerle Canan Barlas'ın ilgilendiğini söyleyerek beni oraya yönlendirdi.
Vardım odasına ve 'Efendim, ben gazetenizin Antalya muhabiriyim. Uzun süredir çalışıyorum. Ancak çok az telif hakkı geldi. Dosyada bugüne dek çıkan haberlerim ve röportajlarım var. Telifin ödenmesi için yardımcı olursanız sevinirim' dedim.
Dosyayı aldı, şöyle bir karıştırdı ve yan tarafına koydu.
Canan Barlas'ın beni muhasebeye yönlendirmesini beklerken, daha dün gibi anımsıyorum şu söylediklerini; 'Dosyanız bende kalacak. İlgileneceğim. Ancak artık Güneş'in Antalya muhabiri değilsiniz.'
Bende şafak attı. Akşam Antalya'ya dönecek param varla yok arasında.
Şefim Oktay Ekşi'nin odasına vardım ve durumu anlattım.
1971 yılında Nazan hanımla olan birlikteliğimizin nişan yüzüğünü takan, aynı yılın 28 Ekim'inde Gençlik Parkı'nda efsane nikah memurlarından Müjdeba Efendi'nin kıydığı nikahımızda, tanıklık yapan Oktay Abim, bir miktar para verdi ve şöyle dedi: 'Mustafa, şimdi doğru Nezih'in (Demirkent) yanına git... Ben telefon edeceğim. Cağaloğlu'nda Dünya Gazetesi.'
Oktay abime teşekkür edip ayrıldım benim için artık kararmış olan Güneş'ten...
Dünya Ekonomi Politika... Cağaloğlu Narlıbahçe Sokak'ta.
Bu satırları yazarken bir kez daha sevgi ve saygıyla andığım Nezih Demirkent'in odasına götürdüler beni...
Oktay abim aramış. Zaten beni de ismen biliyordu, çünkü 1967'de ben Ankara'da muhabir olduğumda Nezih abi de Yeni Gazete'nin Genel Yayın Müdürü idi.
Anlattım başımdan geçenleri...
Sonra yazıişleri, yurt haberleri ve muhasebe arasında bir tur attım. Aynı günün akşamı elimde bir tahsilat makbuzuyla Antalya'ya döndüm... Bayilerde çok az satılan Dünya, abone sistemiyle okuyucuya ulaştırılıyordu. Yurt genelinde bu yöntem uygulanıyordu...
Antalyalı gazetecilerin Hayati Baba diyerek saygı duydukları Hayati Tungar abim bakıyormuş Dünya'ya... Bürosuna gittim, durumu anlattım. Akdeniz Seyahat'le 5 adet bir rulo gazete gelirmiş her sabah. Garajdan onu almam gerekirmiş. 3'ü banka, 2'si şirket 5 abonesi vardı gazetenin. Bir de tahsilat makbuzu verdi şimdi bu dünyada olmayan sevgi ve saygıyla andığım Hayati Baba.
Sabahları gazeteyi aldım, abonelere dağıttım.
Büromuz yoktu. Naci Uğural abimin gazetesi Hürses'in Kalekapısı'ndaki bürosunu, Orhan Şenoğlu arkadaşımın kaset ve plak sattığı Şarampol'deki dükkanı kullandım çoğu kez. Abone sayım 20'yi geçince merkezin onayıyla bir bisiklet, bir dağıtıcı çocuk aldım ve bir de şimdi yerinde yeller esen Vakıf İşhanı'nın 4. katında tek odalı bir büro tuttum. 'Dünya Ekonomi Politika, Antalya Temsilciliği' diye bir de tabela yaptırdım arkadaşım Güzel Sanatlar Atölyesi sahibi Hasan Altıner'e.
Bana bunları anımsatıp yazdıran arkadaşım Mustafa Mutlu'nun 'Dön Kardeşim' anı kitabı oldu. 1. ve 2. baskıları 2013 yılında yapılan kitap kaç bastı, kaç gazeteci okudu bilmiyorum ama ben döndüm ve ilk okuduğumda altını çizdiğim paragrafları ve satırları bir kez daha okudum...
İşte Vatan Gazetesi'nin sahibi Erdoğan Demirören ile arasında geçen bir konuşma. Daha çok patron konuşuyor:
Kahvelerimizi içerken gözlerimin içine bakıp, 'Gelelim seni davet etmemin nedenine' dedi.
İşte, bakla şimdi ağzından çıkacaktı!
Gerçek nedenin kahve içip sohbet etmek olmadığını tahmin ettiğim için, (Selahattin Duman'ın meşhur deyişiyle) kendimi tebrik ettim.
'Ben hata yaptığını düşündüğüm çalışanlarımı üç kez uyarırım. Kimseyi ilk hatada kapının önüne koymam. Tüp şirketinde de böyle yaparım, diğer şirketlerde de' diye başladı söze.
(...)
'Beyefendi beni üç haftada bir Dolmabahçe Sarayı'nda kabul eder. (Beyefendiden kastettiği Başbakan. Dolmabahçe Sarayı ise buradaki Başbakanlık Çalışma Ofisi'ydi) Her defasında önüme bir dosya atıyor ve 'Erdoğan Bey, Erdoğan Bey. Sen bu gazeteleri aldın ama henüz patronları olamadın' diyor. Neden biliyor musun?
Sustum anlatmasını bekledim.
'Çünkü o dosyaların içinde kendisini rahatsız eden haberler ve makaleler var. Milliyet'te ve Vatan'da yayınlananlar. Son zamanlarda bu dosyaların içinden yirmi kupür çıkıyorsa, en az yarısı sizin yazdığınız makalelerden oluşuyor beyefendi. (...)
Yelkenleri suya indirdiğimi sanıp, daha sert bir ton verdi sesine.
'Siz'den vazgeçip 'Sen'e döndü:
'Biraz da güzel şeyleri yaz kardeşim. Sağlıkta yapılanları yaz, duble yolları yaz.' (...)
'Ekonomi çok iyi gidiyor onu yaz! Beyefendi dünya lideri oldu, onu yaz! Dedim ya, 'Ben çalışanlarımı üç kez uyarırım' diye, bu sana ilk uyarımdır.'(...)
'Dön kardeşim! Herkes nasıl dönüyorsa sen de dön.'
O sinirlenmişti ama ben kahkaha atmamak için kendimi zor tutuyordum. (...)
'Dön kardeşim' sözü kulaklarımda çınlıyordu. Boğazımı temizleyip, çok yumuşak bir ses tonuyla, sözcüklere tek tek basarak konuşmaya başladım:
'Tüm anlattıklarınızda ve kaygılarınızda haklısınız Erdoğan Bey. Ancak küçük bir sorun var.'
Sustum. Baktı ki konuşmuyorum, 'Nedir?' diye sordu.
'Ben dönemem!'
'Neden?'
'Çünkü...'
Yine sustum. Artık çok sinirliydi:
'Söylesene kardeşim neden dönemezmişsin?'
'Çünkü benim dönme organım hasta. Çalışmıyor.
Dalga geçtiğimi anlamadı, gerçekten hasta olduğumu sandı.
'Efendim, hangi organın hasta?'
'Dönme organım.'
Durumun farkına varınca bağırmaya başlamasın diye bu kez makineli tüfek gibi saydırmaya başladım:
'Ben dönemem beyefendi. Herkes dönebilir, herkes değerlerini, inançlarını, satabilir, herkes bir öyle bir böyle yazabilir. Ancak ben dönmem, dönemem. Çünkü dönersem, Hoca efendi beni mahveder.' (Sayfa. 146-147-148)
Altını çizdiğim yerleri yazarsam bu yazı da burda bitmez.
Mustafa Mutlu arkadaşımın korktuğu bu 'Hoca efendi'nin kim olduğunu merak edenler kitabı alır okur kardeşim. Küçük bir ipucu da vereyim, o zannedilen teröristbaşı, cemaat imamı falan değil bu hoca, öğretmen. Atatürk'ün ilk başöğretmenlerinden, gurur duyulacak bir hoca...