Hepimiz bu dünyanın göçmeniyiz

Geçen hafta Akdeniz Üniversitesi Sosyal Politika ve Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından 9 hafta sürecek olan bir seminer dizisi başlatıldı. Katılımcılar çeşitli kamu kurum kuruluşlarında çalışanlar, farklı din ve milletlerden Antalya’ya göç edenler ve Akdeniz Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünün kıymetli öğretim elemanları ve öğrencileriydi. Prof. Dr. Erol Esen ve Dr. V. Ercan Çetintürk ile geçen hafta harika bir giriş yapılan bu göç serüvenine, bu hafta araştırmacı ve sosyolog Dr. Esra Kaya Erdoğan “Göçler ve Göçmenliğe Dair Söylemler, Algılar Nasıl Ele Alınmalı?” başlıklı sunumuyla Anadolu’nun göç tarihiyle ilgili detaylı bilgi vererek aynı zamanda da özellikle ülkemizde göçmenler konusunda doğru bilinen yanlışlara değinerek önyargının ne kadar hayati ve ne kadar hatalı olduğuna dikkat çekti.
Sunumda Anadolu’nun göç tarihine baktığımızda ülkemizin aslında çok eskilerden beri çeşitli sebeplerle ve farklı ülkelerden ne kadar göç aldığına, bu nedenle göçün ülkemiz için yeni bir olay olmadığına dair bilgiler verildi. Göçe paralel olarak demografinin değiştiğine dair son zamanlarda giderek artan söylemler ve yaşanan kaygılara da değinilerek aslında bu değişimin yeni bir şey olmadığı, demografinin eskilerden beri değiştiği vurgulandı. Tüm bu konuların sonunda şu soru soruldu: “Aslında kim yerli ki? Hepimiz hemşeriyiz.”
Göçmenler konusunda çoğu kişinin doğru sandığı ve aslında doğru olmayan bilgilere değinildikten sonra seminer katılımcıları arasında Antalya’ya yerleşen birkaç kadın göçmen söz aldı. Bir tanesi Göç İdaresi’nin uyum programına katıldıklarını, programı beğendiklerini; ancak yeterli bulmadıklarını ifade etti. “Bizler de sizler gibi okula gitmek istiyoruz, çalışmak istiyoruz, sizlerle birlikte yaşamak istiyoruz; ama selamın cevabı bile verilmiyor” diyerek aslında bu uyum sürecinin karşılıklı olduğunu herkese hatırlatmış oldu.
“Selamın cevabını vermemek”, ne kadar yalın ve bir o kadar da derin bir tabir. Bir başka kadın göçmen ise “Bir göçmen vatandaşlık alsa bile her zaman göçmen olarak kalıyor, hiçbir zaman vatandaş olarak kabul edilmiyor” diyerek göçmenlerin yaşamak zorunda kaldığı önyargılı süreçlerin altını çizmiş oldu. Bu sitem dolu cümlelerden sonra, geçen haftaki seminerdeki bir katılımcının sözlerinin altının çizilmesi gerekli hale geldi: “Göç kelimesi 3 harfli ve küçücük bir kelime gibi geliyor değil mi? Aslında o kadar büyük bir kelime ki. Bu küçücük kelime içinde o kadar çok şey barındırıyor ki: Umut, umutsuzluk, korku, savaş, ayrılık, ölüm…”
Hepimizin her an her şeyi yaşayabilme potansiyelini düşünüp ileride bir gün bizim de aynı şeyleri yaşayabilme ihtimalimizi hiç aklımızdan çıkarmasak belki empati duygumuzu biraz geliştirebiliriz.
Yanlış yapılaşma, altyapı sorunları gibi sayısız sorun nedeniyle şehirleşmeyi başardığımız konusu tartışmalı olsa da, kente tutunabilmek sadece göçmenlerin değil aslında hepimizin problemi. Siyasi, bireysel, doğal ve ekonomik nedenler gibi birçok nedenleri ele aldığımızda hangimiz gerçek anlamda yaşadığımız kentlere tutunabiliyoruz? Neden ilk duyduğumuzu hemen doğru olarak kabul ediyoruz? Gerçek nedir diye düşünsek, bilmeye cüret ve cesaret etsek, aslında gerçeğin bize sunulmak istenilen kadar basit olmadığını göreceğiz. Her anlatılanın doğru olmama ihtimalini hesaba katarak, yanlış bilinen toplumsal bir gerçekliğe zemin hazırlamamak ve kişilerin damgalanmasına katkıda bulunan önyargılı bireylerden olmamak için dezenformasyona karşı her zaman uyanık olmalıyız.
Hepimiz bu dünyanın göçmeniyiz, hiçbirimiz bu dünyada kalıcı değiliz, hepimiz bu dünyadan göçüp gideceğiz.
“Hangi tip bireyin, neyin akabinde ve hangi şartlar altında rıza gösterdiği her zaman sorgulanmalıdır. Bir rıza üretmenin toplumsal koşullarının ne olduğu, yani hangi şartlar altında, hangi deneyimlerin sonucunda ve hangi biyografik, ekonomik, politik veya kültürel bağlamda rıza gösterildiği sorulmadığında, toplumsal ilişkilerin nesnel gerçekliği bir kenara bırakılmış olur.” Bernard Lahire - "Sosyoloji ve Sözde Mazeret Kültürü"