Kumluca’da domates, Işıklar’da kahve

Antalya özellikle son 5 yılda nitelikli bir göç aldı. İç göçten bahsediyorum. İstanbul, Ankara, İzmir gibi kentlerden gelip Antalya’ya yerleşen insan sayısında artış var. Bunun tersi de yaşanıyor tabii. Antalya da, başta eğitim olmak üzere, çeşitli şekillerde başka kentlere, özellikle büyükşehirlere insan gönderiyor. Başta büyükşehirler olmak üzere çeşitli kentlerden gelenler arasında entelektüel, iyi yetişmiş, kültürlü, duyarlı insan sayısı oldukça fazla. Kentimizde son yıllarda hareketlenen kültür-sanat faaliyetleri, niteliği tartışılsa da, nicelik olarak artan etkinlikler bir cazibe oluşturuyor elbette. Bir yandan yılların yatırımı ve birikimi bunlar, diğer taraftan da bu konuda kendini yetiştirmiş, geliştirmiş yöneticilerin, insanların sayıca çoğalması kültür-sanat ortamını genişletiyor. Peki, Antalya bütün bu yelpaze içinde kendi kimliğini bulabiliyor mu? Ya da kendi rengini yansıtabiliyor, kendi havasını oluşturabiliyor mu? İşte bu tartışılır.

Yanlış kültür-sanat politikaları

Tartışalım o zaman… Başka kentlerin, başka ülkelerin, dünyanın kültür-sanat ikliminin Antalya’ya taşınması, entelektüel gündemin bizim sokaklarımızda da yürümesi önemli. Kentleri bu tür ilişkiler, kültürel alışveriş, gezici sanat geliştirir. Tabii kentin bunu alması, bununla buluşması, içselleştirmesi gerekir. Öbür türlü turistik bir faaliyet, bir vitrin süsünden öteye geçemez. Misafir edilen sanatçı kentin sokaklarında dolaşmıyor, kahvehanesinde çay içmiyorsa, ağırlanan etkinlik otelden dışarı çıkmıyorsa, kente karışmıyorsa, halkla kaynaşmıyorsa, bu kentin okuruyla, yazarıyla, meraklısıyla, kültür-sanat tüketicisiyle yan yana gelmiyorsa bir sinerji de oluşmaz. Nitekim genelde de öyle oluyor. Kent yöneticileri marka değeri yüksek isimlerle poz vermeyi, ünlü sanatçılarla aynı fotoğrafa girmeyi, akşam da karşılıklı yemek yiyip bir şeyler içmeyi aktivite zannedince, tonlarca para akıtılan etkinlikler salonlara hapsolup kalıyor. Kent halkı da fotoğraflardan izliyor bütün bu cümbüşü.

Kendinin farkında olmayan kent

Oysa Antalya hiç de böyle bir kent değil. Kent halkı da kendini taşralı zannediyor. O yüzden de en başta aktardığım nitelikli göç kente dahil olamıyor, kendini katamıyor, bir şey ekleyemiyor; kent de bu portföyü umursamıyor. Ne oluyor o zaman? Birkaç gündür yazıyorum işte; Ukraynalı, Rus, İranlı, Arap geliyor, basıyor parayı, istediği villayı birkaç yıllığına kiralıyor, satın alıyor, son model araçlarla kent yollarında hız yapıyor, çoluk-çocuk yayılıyor kentin bütün nimetlerine. Göz ucuyla bile baktığı yok sana. Apışıp kalıyorsun. Niye? Çünkü bunların dışında bir şey yok elinde. Kültürün yok, sanatın yok, ucuzsun, kelepirsin, paryasın, hizmetçisin, komisin, kuryesin, kasiyersin. Ucuza diş yapıyor, çay parasına saç ekiyorsun kel kafalarına. Başka seçeneklerin vardı, ama zor geldi sana bunlar. Hazırlamadın kendini, eğitmedin, incelmedin, geliştirmedin, görgünü artırmadın, dünyayı tanımadın, takip etmedin, iki satır okumadın, kulak kesilmedin yeryüzüne… Şimdi ağzın açık bakıyorsun tramvaydaki Rus’a, otobüsteki İranlı’ya. Onlar ceplerindeki bozuk paralarla, senin önünden yutkunarak geçtiğin lokantada bol kepçe yemek yiyip, üstüne de bahşiş bırakıyor. Senin cebindeki banknot ise yetmiyor o yemeğe. Çünkü senin emeğin sudan ucuz güzel kardeşim!

Bu ezberler bize artık yetmiyor

Antalya’nın son günlerdeki fotoğrafı böyle… Kentin geleceği de bu göçlerle şekillenecek belli ki. Hem iyice kalabalıklaşan, yaşanmaz hale gelen İstanbul, Ankara gibi şehirlerden Antalya’ya kaçanlar, hem de yerleşik yabancılar bu kentin yeni gerçeği. Güzel de bir şey bu. Bir zenginlik, bir olanak, bir fırsat, değerlendirilmesi gereken bir birikim… Kentimize gelen bu farklı kültürleri, yabancı dünyaları, yaşam tarzlarını, yetişmiş kadroları, eğitimli kitleyi, nitelikli nüfusu, sanat çevresini içselleştirebilecek, onlara alanlar yaratabilecek miyiz? Yani faydalanabilecek miyiz bu insanlarda? Kentimizi, kültürümüzü, yaşamımızı büyütebilecekler mi? Büyütmeleri için olanaklar üretecek miyiz? Bunun için hem kendimizi, hem de yeni gelenleri ve gelecek olanları iyi tanımamız gerekiyor. “Antalya nedir?” diye bir daha soralım kendimize. Yıllardır ezberlediğimiz cümle; “tarımın ve turizmin başkenti”. Yani domates ekip, davar güdüp, otellerde garsonluk yapanların kenti… Bu tamlamanın tam karşılığı budur. Hiç düşünmeden tekrar edip dururuz yıllardır. Peki, biz yeni Antalyalılara da bunu mu vaat ediyoruz? Yani domates ilaçla, masayı sil mi? Böyle mi büyüteceğiz kent bilincini, kültürünü, niteliğini? Yoksa bu fasit dairenin, kısır döngünün dışına çıkıp bambaşka şeyler mi söylememiz gerekiyor? Evet. Bakış açımızı genişletip, Antalya’yı dünyaya bağlayacak yanları, potansiyeli, zenginlikleri keşfetmemiz gerekiyor. Ne mesela? Antalya arkeolojinin de başkenti. Sınırları içinde bu kadar antik kent, arkeolojik sit alanı, eski yerleşim barındıran başka bir kent var mıdır? Bence yoktur. Niye değerini bilmiyoruz, farkına varmıyoruz, dünyaya anlatmıyoruz? Bunun bir dolu yolu var. Yeter ki bir yerden başlayalım, arkası gelecektir. Yeter ki kendimizi görelim, fark edelim, tanıyalım.