Anımsıyorum da henüz ilkokuldayken sayfalarca hatta haddinden fazla ödevim olurdu. Eve gelir hemen başlardım ödevlerimi yapmaya. Sayfalarca yazı yazardım, yazardım da sayfanın herhangi bir yerinde hata yapana kadar. İşler o noktadan sonra biraz değişirdi işte. Bir leke olmayagörsün sayfada, o lekeyi silmek orada iz bırakacağı için döner tekrar tekrar, yılmadan baştan yazardım o sayfaları. Yılmadan dediysem de yorulmadan değil tabii. Bir ilkokul çocuğu en fazla ne kadar yıpranabilir bakıldığında değil mi? Ama ben çok yıpranıyordum. Yani anlayacağınız bende durum biraz korkunç.
Sonra aradan yıllar geçti ve fark ettim ki ben hala bu seviyelerde bir yerlerde mükemmeliyetçilik safsatasında dolanıp duruyorum.
'Mükemmel olmayacaksa hiç olmasın' mottosuyla çıktığım bu yolda belki de çoğu zaman gereksiz ayrıntılara takılı kalıp asıl konudan uzaklaştım. Kaçırdığım fırsatlar da oldu, arkasından bakakaldıklarım da... Ama son sözüm her zaman için 'ya hep ya hiç'…
Acımasızca eleştiri yağmuruna tuttum kendimi, anlamsızca... Bir kurban seçtim kendime, o da kendim.
Hiç hata payı bırakmaz mı insan kendisine? O her zaman çok lüks oldu benim için.
"Bu kadar yapabiliyorum" demekten çok, hep 'daha iyisini yapabilirim' okyanusuna bıraktım benliğimi. Yüzmeye çalışırken yoruldum biraz, çırpınmaya başladım. Çırpındıkça battım. Sonunda boğulduğumu hissettim.
Ama bir sakinleş, nedir bu imkansızlığı yok etme çabası?
Sonra durup daha uzak bir çerçeveden izledim yaşamı. Aslında hayat şöyle bir şeymiş; insanların bastıramadıkları daha iyiye ulaşma arzuları, daha kötü bir yer haline getiriyormuş burayı.
Nefeslendim sonra, bir miktar uzaklaştım. O mükemmel sandığım yoldan ayrıldığımda ölmediğimi gördüm. Özgürleştim biraz.
Kafamda kurduğum mükemmel dünyam aslında kendime gösterdiğim öz şefkat eksikliğinden başka bir şey değilmiş. Yüzleştim şefkatsizliğimle.
İçerisinde güzellikler barındıran birçok özelliğe sahip olsa da bir heykel misali, gerçekliğin kusursuz ama bir o kadar donuk simgesiymiş mükemmeliyetçilik denen şey.
Bir nevi insanın önce kendine sonra kurbanlarına uyguladığı bir işkence gibi. İyinin ve güzelin düşmanıymış aslında mükemmel.
Peşinde koşarken hayat durmuyormuş ki olduğu yerde, akıp gidiyormuş. Sense mükemmel durağında, belki hiç gelmeyecek olan mükemmeli öylece durup bekliyormuşsun.
Kendim bu gereksiz yükü sırtlarken hayatımdakilere de hata yapma lüksü tanımıyormuşum. Herkes her şeyi düşünmeli, en az benim kadar hassas davranmalı, şöyle olmalı, böyle olmalı… Onlar hayat akışında kendi kusurlarıyla var olurken bol bol acı çeken ve her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmek zorunda kalan ben oluyormuşum. Şimdi onları da özgürleştirdim. Ben kimseyi, kimse de beni memnun etmek için yaşamak zorunda değil.
Belki yaptıklarımda bir kusur yoktu ama baktığım pencere tozluydu benim. Sanırım artık tozlarını siliyorum penceremin. Tamamen arındırdım tozlarından diyemem belki ama en azından artık bir toz bezim var.
Artık kendimin her haline kabulüm.
Özgürleştim ben biraz…