Hayatta her şeyin bir ritmi var. Kalbimizin atışı, adımlarımızın sesi, bir sabah kahvesinin tıkırtısıyla güne başlamamız bile bir düzenin, bir frekansın yansıması aslında. Ritmi sadece müzikte aramak yanıltıcı olur çünkü ritim, yaşamın ta kendisidir.
Ama bazen bu koşuşturmaca içinde kendi iç ritmimizi kaybediyoruz. Telefon bildirimleri, trafik gürültüsü, yetişilecek işler derken zihnimiz sürekli bir uğultu içinde. Tam da bu noktada yeniden akışa dönmek gerekir. Bunu yapmanın yöntemleri arasında müzik başrol oynuyor. Özellikle son dönemlerde hayatımıza giren bazı enstrümanlar, sadece sesleriyle değil, dokundukça insanı saran etkileriyle de dikkat çekiyor. Ve bir de bu enstrümanlardan anlayan, size ritminizi hatırlatacak biri varsa ritminiz hiç şaşmaz.
Herkesin hayalidir bir müzik aleti çalmak ya da çocuğunun bir müzik aletiyle haşır neşir olması... Ama bu çoğu zaman bir ‘yetenek işi’ olarak görülür. Bu işe başlamadan önce sorulan ilk soru genellikle "müzik kulağın var mı" olur. Oysa bu, başlı başına yeterli bir kriter değildir. Evet, müzik kulağı işleri kolaylaştırır ama asıl önemli olan; ritminiz var mı? Çünkü doğuştan müzik kulağımız olmayabilir ama her insanın bir ritmi mutlaka vardır.
Yolda yürürken, nefes alırken, hatta düşünürken bile belirli bir ritimle hareket ederiz. O yüzden neden müziğe ritim veremeyelim ki? Vurmalı çalgılar bu noktada devreye giriyor. Kendimizi müzikle ifade etmenin en yalın ve en içgüdüsel yollarından biri onlarla başlamak olabilir. Son zamanlarda popülerleşen handpan ve djembe gibi enstrümanlar işte bu yüzden dikkat çekici.
Djembe’nin Afrika’dan gelen sesi, sadece bir ritim değil, bir çağrıdır. Toprakla bedenle geçmişle bağ kurmanın başka bir yoludur. Elin davul derisine her vuruşu, yüzyıllardır söylenmeyen bir şeyleri anlatır gibi. Handpan ise bambaşka bir evren; meditatif, uzay gibi, dalga gibi. Dinledikçe değil, dokundukça anlaşılan bir enstrüman. Sesi nereye giderse zihin de oraya gidiyor. Elinize bir handpan aldığınızda, dünya biraz daha yavaşlıyor. Sanki dışarıdan gelen kaotik gürültü azalıyor ve içerideki ahenk yeniden kuruluyor.
Bu iki enstrümanı sadece dinlemek bile insanı rahatlatırken, onları çalmaya başlamak bambaşka bir farkındalık yaratıyor. İlk kez elinize bir enstrüman alıyor ama kısa sürede içinden kendi sesinizi çıkarıyorsunuz. Ve o ses, çoğu zaman kendinizi yeniden bulduğunuz an oluyor.
İşte bu noktada ‘Ritim Atölyeleri’ gibi mekanlar devreye giriyor. Djembe çemberleri, handpan denemeleri, nefes ve bedenle desteklenen ritim çalışmaları… Atölyeye giren herkes, ne kadar gergin ya da dalgın olursa olsun, birkaç vuruş sonra kendi iç sesini duymaya başlıyor. Ritmin birleştirici gücünü, grup içinde uyumlanmayı, birlikte susmayı ve birlikte yükselmeyi keşfediyorlar.
Ritmin öğretici bir tarafı var. Dinlemeyi öğretiyor. Sıra beklemeyi, karşılık vermeyi, bazen de sadece susmayı. Ritim, hayat gibi; ne zaman gireceğini bilmek kadar, ne zaman duracağını bilmek de önemli. Belki de herkesin hayatında biraz ritme ihtiyacı var.
Kimi için terapi, kimi için oyun, kimi için bir grup olmanın keyfi… Ama ne için olursa olsun, ritim insanı kendine getiriyor. Bir elinizi davula, bir kulağınızı kalbinize koyun. Belki de uzun zamandır duymadığınız bir şeyi duyarsınız; kendinizi...