Sabahın erken saatlerinde Antalya merkezden yola çıktığımda, hedefim sıradan bir tarih gezisi yapmaktı. Fakat Maximianupolis'e vardığımda, taşların ve toprağın arasından yükselen sessizlik beni bambaşka bir zamana taşıdı.

Arkeolojik kaynaklara göre Maximianupolis, adını MS 3. yüzyılda hüküm süren Roma İmparatoru Maximianus’tan alıyor. Bölge, antik dönemde Pisidya ile Pamphylia bölgeleri arasında stratejik bir geçiş noktası olarak kullanılıyordu. Kentin kalıntıları, şehir planlamasına dair izler taşıyor: muhtemel forum alanları, kamu yapıları ve kırık dökük yazıtlar hâlâ görülebiliyor.
Antik kente vardığımda ilk dikkatimi çeken şey, hiçbir şeyin göze sokulmaması oldu. Ne görkemli sütunlar ne de kazılarla ortaya çıkarılmış heykeller vardı. Ama taşların ve ağaç köklerinin iç içe geçtiği bu doğal harabe, tam da bu sadeliğiyle etkileyiciydi.

Kent kalıntılarının hemen yanından geçen Döşeme Yolu, Roma döneminin mühendislik harikalarından biri olarak kabul ediliyor. Doğal taşlarla döşenmiş bu yolun, Roma askerleri ve tüccarları tarafından Pamphylia kıyılarından Pisidya içlerine doğru geçiş için kullanıldığı biliniyor.
Bu tarihi yolda birkaç yüz metre yürümek bile insanı derinden etkiliyor. Ayaklarınızın altındaki taşların üzerinden yüzyıllar geçmiş. Belki bir lejyoner geçti, belki bir sürgün… Belki de sadece sıradan biri, bizim gibi yolu düşmüş biri.

Bölge, henüz tam anlamıyla turizme açılmamış olsa da, doğa yürüyüşçüleri ve tarih meraklıları için ideal bir rota sunuyor. Antalya Kültür Varlıkları Koruma Kurulu tarafından koruma altına alınan alan için daha kapsamlı arkeolojik çalışmalar yapılması bekleniyor.
Dönerken, arkamda sadece taşlarla kaplı bir yol değil, zamana kısa bir dokunuş bırakmış gibiydim. Günlük hayatın gürültüsünden uzak, doğayla baş başa, geçmişle iç içe geçirilen bu saatler, bir şehrin sadece kıyılarında değil, dağlarında da ne büyük hazineler sakladığını hatırlattı bana.






