Hayat akıp gittikçe sürekli yeni kişilerle karşılaşmakta, yeni kişiler tanımaktayız. Sosyal çevre özellikle günümüzde sürekli ve hızlı bir şekilde artmaktadır. Okul, eğitim, seminer, kurs, dernek, askerlik ve iş hayatı gibi daha sayamadığımız birçok sosyal paydalar altında kişiler birbirleriyle iletişim sağlamaktadır. Bunun neticesinde arkadaşlıklar ve arkadaşlıkların da pekişmesi ile dostluklar oluşmaktadır.
Fakat insan keşfedilmemiş eşsiz bir hazine olmasından olsa gerek kimin arkadaş, kimin dost olduğunu anlamak özellikle günümüz şartlarında bilmek neredeyse imkansız hale gelmiştir. Üç kuruşa satılan dostlukların, menfaatler karşısında satın alınan hayatların bedelini acaba kim, nasıl ödeyecek? Ülkemizin özündeki mayası olan birlik ve beraberlik ruhundan acaba kim, ne kadar haberdar?
Yakıp, yıkmak, vurmak, kırmak sorunların çözümünün bir parçası olabilir mi? Yoksa sorunları daha da kemikleştirip, daha kalıcı hale mi getirir? Toplum, bireylerin bütününden oluşur. Bireyler arasındaki gerilim, zamanla toplum geneline yayılır. O yüzden daha doğmadan ortaya çıkabilecek sorunları bertaraf etmeliyiz. Yaşam felsefemiz sorun üreten değil, sorun çözen olmalıdır.
Öyle bir zaman içinde yaşıyoruz ki artık; arkadaş nedir, dost nedir kavramları bile literatürden kalkmış durumda. Herkes karşıdaki kişiden en ufak bir menfaati var ise arkadaş veya dost olmakta, yoksa şayet selam dahi vermemektedir. Çimentosu menfaat, çıkar olan yaşamların türediği bir dünyada gerçek dost bulan kişiler en şanslı insanlardır. Halbuki insanoğlu ekmek, su gibi dosta da ihtiyacı vardır. Arkadaşsız, dostsuz kalan kişilerin karınları tok bile olsa ruhları her zaman aç kalacaktır.
Peki böyle bir dünyada gerçek dost var mı veya gerçek dostu nasıl anlarız? Bunu aşağıdaki klasik hikaye en güzel şekliyle bizlere anlatmaktadır.
Genç adamın biri, dermiş babasına her gün; ”Benim de dostlarım var, sendeki dost gibi.” Baba, itiraz eder, “Olmaz öyle çok dost, hakikisi belki bir, belki iki. Fazlasını bulamazsın gerçek, hakiki dost...”
Devam eder durur konuşma...
Aralarında başlar bir tartışma ve karar verirler bir sınava, dostun hakikisini anlamaya...
Bir akşam bir koyun keserler ve koyarlar çuvala. Baba der ki oğluna, “Hadi al bu çuvalı, şimdi götür dostuna.” Çuvaldan kanlar damlamakta, sanki öldürmüşler de bir adamı koymuşlar çuvala. Dıştan böyle sanılmakta.
Delikanlı sırtlar çuvalı yola çıkar. Gider en iyi bildiği dostuna, çalar kapıyı. O dost, bakar ki bir çuval, hem de kanlı. Kapar hızla kapıyı delikanlının suratına. Almaz içeri arkadaşını. Böylece tek tek dolaşır delikanlı, kendince tanıdığı, sevdiği dostlarını. Ne çare, hepsinde de sonuç aynıdır.
Evlat geriye döner. Ama içten yıkılır... Babasına dönerek; “haklıymışsın baba” der. “Dost yokmuş bu dünyada ne sana, ne de bana.” Baba “hayır Evlat” der, “benim bir dostum var bildiğim. Hadi, çuvalı alda bir kerede git ona.”
Genç adam, çuvalı sırtlar tekrar. Alnından ter, çuvaldan kanlar damlar... Gider, baba dostuna. Kabul görür, sevinir. O dost, delikanlıyı alır hemen içeri. Geçerler arka bahçeye. Bir çukur kazarlar birlikte. Çuvaldaki koyunu gömerler adam diye. Üzerine de serpiştirirler toprak. Belli olmasın diye dikerler sarımsak...
Genç adam gelir babasına; “Baba, işte dost buymuş” diye konuşunca, Babası; “daha erken, o belli olmaz daha. Sen yarın git O’na; çıkart bir kavga, atacaksın iki tokat, hiç çekinmeden. İşte o zaman anlaşılacak, dostun hakikisi. Sonra gel olanları anlat bana...”
Genç adam, aynen yapar babasının dediğini. Maksadı anlamaktır dostun hakikisini. Babasının dostuna istemeden basar iki tokadı! Der ki tokadı yiyen DOST;
“Git de söyle babana, biz satmayız sarımsak tarlasını böyle iki tokada!”
Şimdi şöyle bir düşünürsek, acaba gerçek dostumuz var mı, yok mu? Var diye düşündüğümüzde bunu bugüne kadar hiç denediniz mi, acaba gerçek mi sanal mı? Bunları hayatımızda gözden geçirmeli. Herkesin maskeli bir hayat yaşadığı süreçte; maskesiz, samimi, çimentosu menfaat olmayan dostluklar yaşayabilmeniz ümidiyle…