Kadın olmanın getirdiği tatlı mutluluklar içinde, topuklu ayakkabı sesi favorilerim arasında yer alır. Fakat bunu Milo ile de bağdaştırdığımı fark etmemle birlikte konunun kadın olma temasından çıktığını daha net görebiliyorum.

Bastığım yeri inletmek, geldiğimi belli etmek gibi dışarıdan bariz anlaşılabilecek özelliklerin yanı sıra Milo’nun da kendinden topuklu patileri vardı. Sanırım beni cezbeden de bu tatlı benzerlikti.

Antalya’da yaşayanların bileceği üzere, yazın halı ya da kilim kullanmak yerine parke daha çok tercih edilirken parkenin çıkarttığı ses bana bir şeyler ifade ediyordu.

Milo, evimizin ‘altın topu’ olarak yer aldığı için eve her geldiğimde gözüm hep onu arar, evden her çıkacağımda en son onunla vedalaşırdım. Hem ne derler bilirsiniz; vedalarda hep en sevdiğimizi sona bırakırız…

Eve gidiş gelişimin yanı sıra evde bulunduğum zamanlarda da Milo ile iletişimde kalmadan yapamıyordum. Ben odamda, o ise salonda yatıyorsa; yüksek sesle “Aa Milo gitmiş mi?” diye sorarak Milo’nun ilgisini üzerime çekmeyi başarıyordum.

İşte topuklu ayakkabılar burada devreye giriyordu…

Parkelerin üzerinde ilerleyen narin patiler, ‘tık tık’ ses çıkartarak bana doğru yaklaşıyordu. Bu ses Milo’nun bana gelişiydi.

Milo’nun bana gelişinin ayak sesleri ile birlikte yaramaz bir çocuk edasıyla Milo’ya karşı oynadığım oyunu devam ettirip, “Milo da yok galiba” diyerek onu kızdırmaya devam ederdim.

Oysa ki o tık tık sesleri Milo daha odaya girmeden, varlığıyla içimi neşe ile doldurmaya çoktan başlardı.

Sonra fark ettim ki, Milo’nun bana gelişini anımsadığım bu sese aşina olmuşum. Nerede duyarsam duyayım tebessümle adımlara eşlik etmişim.

Kendi derinliklerimde yaşadığım bu farkındalıkla beraber her topuklu ayakkabı giydiğimde çıkardığı sesten keyif alarak, hayat yolculuğumda, her adımımla, bu sefer ben Milo’ya doğru ilerliyorum.