Film seyretmeyi çok seviyorum. Arka arkaya bir sürü film seyredebilirim. Ama fark ettim ki film seyretmeyi ne kadar çok seviyorsam film sonrasını da o kadar sıkıntılı yaşıyorum.
Film seyrederken ya da kitap okurken olayların içindesin; 'ne yapacak, ne diyecek, bu sevgi mi, küçük çocuk nasılda üzüldü, annesine kim bakacak, katil kesin o'diye düşünürken sahnelerin içinde yaşamaya kameramanın senin için uygun gördüğü yerden ve açıdan başkalarının hayatını seyretmeye başlıyorsun. Üstelik olan hiçbir şeyden sen sorumlu değilsin. Senin bildiğin sırları olayın kahramanları bilmiyor ama şahitlik yapamıyorsun. Öyle sahneler geliyor ki kendi kendine 'gitme, gitme' diye bağırıyorsun. Üstelik bir iki saat içinde bütün bir ömür yaşıyor, yaşlanıyor, aşık oluyor, zenginleşiyor, yüzmeyi öğreniyor, çok büyük başarılara imza atıyor, milyonlarca insanın kahramanı oluyorsun.
SherlockHolmes seyrederken hiç kimse Whatson ne diyecek diye düşünmüyor, herkes Holmes'u merak ediyor. Çünkü film seyrederken film kahramanı olan seyirci onun hayatını yaşamaya çalışıyor aynı zamanda. Her filmde kahramandır bizim kendimizi koyduğumuz yer. Ve kahraman bazen sevilir kendimizi sevdiğimiz gibi, bazen nefret edilir kendimizle yüzleşmemiz gibi. Çünkü başkalarının hayatını seyrederken başka hayatlar yaşama arzumuzu kamçılıyor, özlemlerimizi gideriyor, iki saatlik başka bir dünya yaşıyoruz. Bu keyifli yanı. Keyifsiz olanı ise film sonrası. Gerçek hayata dönmemek için yaşanan sıkıntı.
Kitap bittiğinde de aynı durum. Hatta senaryoyu okuduğun için duyguları tarife göre sen yerleştiriyorsun. Diğer bölümlerini merak ediyorsun, yaşayacağın hayatı merak eder gibi.
Sonra kitap bitiyor.
Sonra film bitiyor.
Sonra perde kapanıyor.
Sonra sen seninle kalıyorsun.
Kendi gerçeğine dönmek zaman alacaktır. Senin hayatın hiçbir zaman filmlerdeki ya da kitaplardaki gibi olmayacak. Çünkü çok daha dramatik, çok daha fazla romantik ya da çok daha heyecanlı bir hayat yaşamış bile olsan bir film seyrederken kendini koyduğun sahnelerin hiçbirisi kadar gerçek olmayacak gerçeklerin. Çünkü kurgu ve çekim açısı, sahnelerin kısa veya uzunluğu, odaklanılan gözler, eller, terler gerçek hayatta ağır çekimde yaşanmayacak.
Dakikada 48 fotoğrafın art arda seyredildiği projeksiyonla perdeye yansıyan görüntüler hemen ele geçirir seyirciyi. Gözün fark edemeyeceği hızla geçen görüntüler; yanıp sönen ışığın karartısının gözde bir süre kalması ile hareketli zannedilmesi prensibine dayanır. Bu illüzyon film sonuna kadar etkisini devam ettirebiliyorsa başarılıdır üstelik. Tabii ki bu başarı tesadüf değil. Büyük bir endüstri bu yalan dünya için çalışıyor.
Kendi hayatın film olsa yaşamaktan daha çok keyif alırsın emin ol. Pek tabii senaryo, yönetmen, ses, ışık, kurgu, animasyon, teknoloji, kurgu ve bir sürü unsur güçlüyse.
Aristo geliyor aklıma ve Aristo'nun meşhur 'sanat yasaklanmalı' sözü. Çünkü Aristo'ya göre sanat bir aldatmacadır. Gerçekleri değil gösterilmek isteneni gösterir.
Aristo sanatın insanları gerçek dünyadan bu kadar çok uzaklaştırdığını, ya da gerçek olmayan dünyalar yaşattığını görse ne kadar çok 'ah'lanırdı.
Peki nedir görmek istediğimiz? Türk filmleri bizim dönemimizdeki kızların en büyük düşmanıdır mesela. Bütün aşkların filmlerdeki gibi kusursuz olduğunu düşündük. Ellerini yüzüne kapatarak koşa koşa giden gururlu kız Türkan Şoray'ın peşinden koştuk. Onunla üzüldük ve heyecanlandık. Güzelliği ile kendimizden geçtik. Ve her genç kız gibi Türkan Şoray kadar güzel hissettik. Ama gerçek hiç kimsenin Türkan Şoray kadar güzel olamayacağıdır. Bu arada belirtmek isterim ki kız kardeşim hariç... Bir tek o Türkan Şoray'dan daha güzeldir.
İşte görmek istediğimiz sahneler, işte yaşamayı arzu ettiğimiz hayatlar, işte mutluluğun tarifleri, işte huzurun içimizde olduğunun dramatik anlatımları, işte ateistlerin daha az suç işlediğinin belgesi, işte LGBT'lerin(lezbiyen, gey, biseksüel ve transgender sözcüklerinin baş harflerinden oluşan kısaltma) çektiği çileler, işte çocuk gelinler, işte gururlu hayat kadınları, işte yalanların çeşitleri…
Görmek istemek, farklı hayatları seyretmek, başkalarını okumak…
Bu yüzden dram yaşarken film tadında yaşıyoruz. Bize yapılan haksızlıkları bile film halinde kafamızda kurguluyor ve bir filmi hatırlar gibi hatırlıyoruz. Erol Taş gülüşleri ve kötü kadının hain kahkahaları ile.
Sevinçler mi? Onlar çok satmıyor…
Seyirci dram seyredip mutlu son istiyor.