Bu gönül niye uslanmadı? Niye, ölüm döşeğindeki bir hastanın kıpırtısız bekleyişine özendiği günlerde bile, titrek bir çırpınışla ayağa kalkmaya çabalayıp, herhangi bir şeye karşı itirazını yükseltmeye yeltendi. Bu itiraz niye? Bilmez miyiz acep sakin bir hayata götüren yolları ve huzur ve sükun ve dinginlik türünden ‘öldüresi hazları’ bilmez miyiz? Fakat adı üstünde, ‘öldüresi hazlar’ bunlar. “Bir insanı, bir toplumu, bir halkı öldüren nedir” diye sorulsa, hiç tereddüt etmeden “huzur arayışı” deriz. “Huzur” sözcüğünden huzursuzum. Ruhum, yoldaşlarımın, kardeşlerimin, her gelgitten sonra geride kalan çerçöpü, “huzur” diye önüme koymasından dolayı rahatsız. Ben bir ‘isyan çocuğuyum’ ve aklıma yatmayan hiçbir şeyi kabul etmedim, etmem, etmeyeceğim. Ve biliyorum ki, bu “huzur” denilen şey, bir takım ağaların bizi daha rahat yönetmeleri ve bir dediklerini iki etmememiz için üretilmiş dev bir yalandan ibarettir.

Bu topraklarda yaşamanın bedeli

Psikolojinin “normal” diye tarif ettiği insanlar nasıl “anormal” geliyorsa bana, yönetenlerin “huzur” diye takdim ettikleri zaman dilimlerinde de korkunç bir şiddet ve canavarlık görüyorum. Topluma “huzur” diye kakalanan şeyler, yüzlerce gencin bir duvar dibinde, tenha bir avluda öldürülmesinin üstünde yükseliyor ve o toplum, “huzurlu hayat” rüşvetine karşılık evlatlarının ölümünü büyük bir sessizlik içinde karşılıyor. Bu “zımni kabul”, bu “sessiz anlaşma”, bu “yöneten-yönetilen ilişkisi” midemi bulandırıyor ve ben bir evde kıstırılıp kurşunlanırken, uğruna bağırıp çağırdığım insanların İstiklal Marşı okuyarak, beni imha edenleri alkışlayacağını bilmek içimi ürpertiyor. Bu topraklarda yaşamanın ve bu toprakların içine sürüklendiği maceraya itiraz etmenin bedelinin böyle bir şey olduğunu biliyorum.

Yaman çelişkiler ülkesinde doğmak

Bu topraklar çok kan emdi ve bu yüzden üstünde buğdaydan öte şeyler büyüyor. Her ne kadar, “Bizim oranın adetleri / meşhurdur cinayetleri” diye sevimlileştirilse de üstünde, tam üstünde yaşadığımız bu kadim trajedi, evine giderken ensesine namlu dayanmış bir adamın yaşadığı korkuyu tarif etmeye gerek yok. Binlerce insanın kılıçtan geçirildiği, ipe gönderildiği, sokak ortasında delik deşik edildiği bir ülkede yaşamaktayız ve bütün bu kan, o kahrolası “huzur arayışı” yüzünden akıtıldı. Ve bu halk, soğuk bir duvar gibi susarken, binlerce genç boğazlandı ülkenin bir yerlerinde. Ve boğazlanan o binlerce genç, yaman bir çelişkinin kurbanı oldular. Çünkü her biri, “halk” diye özetlenen bu yığının kaderini değiştirmeye yeltendiler ve bu halk onların ölümü karşısında, ağzına sürülen bir parmak balı yalamakla meşguldü. Yaman çelişkinin genç ucu, sürekli kırılarak ödedi isyan etmenin bedelini. Ve yaşlı uç, elindeki genç kanı halkın üstüne silip, parti merkezlerine, holding binalarına, makam koltuklarına, Mercedeslere, Boğaz’a nazır villalara, sarışın metreslere gitti. Vicdanlarını genç bedenlerin kanını emerek köreltti onlar. İşte ben, böyle bir ülkede doğdum, böyle bir ülkede düşündüm ve böyle bir ülkede isyan ettim.

Kendi özgürlüğünün muhalifleri

Evet, göğsüne bağladığı bayrakla penceremin önüne geçecek ve evimi delik deşik edenlere alkış tutacak olan “dost”, senin görevin bu ve sen buna alıştırıldın hep. Ve ben şu an senin için ölüyorum burada. Şu an senin için bağırıyorum özgürlük düşlerimi. Şunu bil ki, bir özgürlük savaşçısı, kendi özgürlük projesinin bile muhalifidir. Ve onun için “mutlak bir özgürlük” yoktur. Kuracağı her ‘yönetim modelinin’ mezarını da yine kendisi kazar. Ey “dost”, daha rahat soluk alabileceğin her hava, bizim son nefeslerimizin toplamıdır aslında ve biz ölürken, sana, daha güzel bir dünya bırakıyoruz ve fakat sen, rahatlayan hayatın için bir satır dua etmeyeceksin bize. Söylenecek fazla bir şey yok zaten. Gerçek olan bu ve senin o huzur arayışın yüzünden isyancıyım ben. İtirazımı sana borçluyum. Sessizliğinle güçlendiriyorsun sesimi. Korkaklığın yüzünden ölmeyi öğreniyorum ben. Yazamadığın için yazıyor, bağıramadığın için bağırıyorum. İşte bu yüzden yüreğim hiç uslanmadı.