Ben çok kültürlü, çok renkli, çok sesli bir hayatın taraftarıyım. Enternasyonal bir dünyaya inanıyorum ve kendimi öyle bir dünyanın vatandaşı olarak büyüttüm, yetiştirdim, geliştirdim. Antalya benim için bu anlamda biçilmiş kaftan. Gerçi birçok konuda sığ, kültürel anlamda emekleme döneminde,  bırakalım dünya trendlerini, İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyükşehirlerin bile epeyce gerisinde, fakat önemli bir potansiyele sahip. Antalya’nın potansiyeli, üzerinde yaşayanların önünde gidiyor. Potansiyel var, ama vizyon yok. O nedenle de son yıllarda resmen işgale uğramış gibi görünüyoruz. Gerçekten büyük bir şehir olsaydık, sosyal, kültürel, yaşamsal anlamda sürekli gelişen, kendi dinamikleriyle büyüyen, kafa yapısını, ideolojisini, dünya görüşünü, yaşam felsefesini öz kaynaklarıyla genişleten bir kent olsaydık, dünyanın renkleri karşısında azınlık gibi kalmazdık. Başka kentlerden, başka ülkelerden gelenler birinci mevki yolcusu, biz üçüncü mevki insanı haline gelmezdik. Geldik mi? Geldik.

Kaleiçi sonunda havasını buldu

Elimizde tek kart kaldı: Kaleiçi… Antalya merkezden konuştuğum için Kaleiçi diyorum, ama ölçeği büyütürsek Kaş’ı da ekleyebiliriz buna. Kaleiçi son zamanlarda cıvıl cıvıl… Bir süredir yapılan yatırımların, verilen emeğin, çabanın, cesaretin katkısı büyük.  Muratpaşa Belediyesi’nin başlattığı ve ısrarla sürdürdüğü Kaleiçi Oldtown Festivali gerçekten bir değer kattı bölgeye. Kaleiçi mezbele bir yer, sıkıntı yumağı bir yerleşim olmaktan çıktı, gerçekten ‘oldtown’ haline geldi. Tabii bu noktadan sonra yapılması gerekenler de farklı. Oyunun ikinci faslına geçtik ve hem bu rengarenk havayı korumak, hem de üstüne daha özgün, daha otantik, daha bizden şeyler eklemek gerekiyor. ‘Bizden şeyler eklemek’ özellikle önemli. Çünkü Kaleiçi’ni turistik hale getirirseniz, ‘her şey dahil sistemi’ gibi bir şeyler yaparsanız öldürürsünüz. Kaleiçi yaşayan bir yer olmalı ve öyle kalmalı. Şu an yaşayan bir bölge haline geldi. Sokaklarında oturabiliyor, arkadaşlarınızla, dostlarınızla karşılaşabiliyor, iki lafın belini kırabiliyorsunuz. Herkesin kendi meşrebine, havasına, ruhuna göre mekanlar, sokaklar bulabildiği bir yer haline geldi Kaleiçi.

Turiste kimlik soran Bekçi Murtaza

Sorunlar yaşanmıyor mu? Elbette yaşanıyor. Bunlar aklıselimle, ortak akılla çözülebilecek sorunlar.  Devlet arkada durarak çözebileceği sorunlar için bilinçli ve kasıtlı olarak öne çıkmayı tercih ederse işler karışıyor, bölge ölüyor, mekanlar sinek avlamaya başlıyor. 3-4 yıl önce Kaleiçi sokakları Emniyet’in staj alanı, kimlik sorma poligonu haline gelmişti. Mahalle bekçilerinin yeni işe alındığı dönemlerdi, 5 tanesini birden müfreze gibi salıyorlardı Kaleiçi’ne. Turistlere kimlik soran bekçiler gördüm o günlerde. Yöneticilerin, otelcilerin, acentecilerin bir turist getirmek için elli takla attığı, yatırım üstüne yatırım, tanıtım üstüne tanıtım yapılan bir kentte, Bekçi Murtaza kendini ispatlamak, tatmin etmek için turist çevirip kimlik soruyordu yani. Turist gelmeyince, kentliler Kaleiçi’ne inmeyince, entelektüel, nitelikli, eğitimli müşteri mekanlardan çekilince, Emniyet terörü yüzünden vatandaş yolunu değiştirince ne oldu? Mekanlar bocaladı, bazıları battı, el değiştirdi, ama Kaleiçi direndi. Alkışlanacak bir direniştir bu. Devlet imkanlarıyla yürütülen yıldırma, bezdirme siyasetine karşın kent kazandı, Antalyalı kazandı. Kaleiçi’ndeki güvenlik baskısına, bekçi zulmüne, dinci-gerici-fetihçi müptezellere yol veren dönemin valisi Münir Karaloğlu ise soluğu önce Diyarbakır’da aldı, şimdi nerededir bilen bile yok. Antalya ise binlerce yıldır aynı yerde ve aynı yerde olmaya da devam edecek.

Antalya’yı niye merak etmeliyiz?

İlk paragrafta anlattıklarımıza dönüp Kaleiçi deneyimini de buna eklersek ulaşacağımız bir takım sonuçlar var. Kaleiçi gerçekten bir laboratuvar. Binlerce yılın deneyimini taşında, toprağında, sokağında, köşesinde, evlerinde, odalarında barındıran bir laboratuvar üstelik. Yaşayan bir bölge olduğu için dışarıdan gelen herkes onun içine dahil olabiliyor. Yani gelene göre şekil almıyor, zaten bir şekli var. Bu şekli bulması, alması da o kadar kolay olmadı. Bir sürü yol denedi, epeyce yürüdü, yanlış yerlere girip çıktı, bir de eğlence düşmanı, renk, hava, soluk, atmosfer düşmanı valilerle, devlet yöneticileriyle filan uğraştı, fakat sonunda kıvamını buldu. Bu kıvam Antalya’nın bütünü için örnektir. Antalya kendisi için, kendi nüfusuyla, kendi insanıyla yaşayan, eğlenen, öğrenen, gelişen, bilinçli bir kent haline gelirse, dünyanın her yerinden insanlar da buna dahil olmak, görmek, bu havayı solumak ister. Fakat siz mekanları, sokakları, kenti, hesapta turizme, turiste göre dizayn etmeye kalkarsanız, üstelik verdiğiniz şekil ne turistin geldiği ülkeye benzemez, ne de bizimle uzaktan yakından ilgisiz bir şey olursa kimse o sokakta oturup patates yemez, ateş suyu içmez. Turizmin temel güdüsü meraktır. Turist neyi merak edecek? Bizi… Peki, biz merak edilecek cinsten miyiz? Hayır. O yüzden kent sarışınlarla, esmerlerle dolarken biz tramvayın en arkasında, otobüsün köşesinde ıkış tıkış evimize gidiyoruz. Merak edilecek cinsten olanlarımız nerede? Kaleiçi’nde. İşte bu yüzden Kaleiçi bir örnek ve bu örneklerin sayısının artması gerekiyor. İşte o zaman kent dengelenir, nüfus kaynaşır, renkler birbirine rastgele değil, uyumlu bir şekilde karışır, eklenir, güzel olur.