Antalya’da üretilen sebze ve meyvelerin en iyisi, en kalitelisi, en güzeli, en tatlısı yurtdışına gidiyor. Kıpkırmızı domatesleri, taş gibi elmaları, şeker gibi portakalları Almanlar, Ruslar, Ukraynalılar, Romenler yiyor. Batı Akdeniz’den, yani Antalya, Burdur ve Isparta’dan yaklaşık 140 ülkeye sebze meyve ihraç ediliyor. Bir tık altındaki sebze ve meyveler de başka şehirlere, İstanbul’a, Ankara’ya, Eskişehir’e, Diyarbakır’a gönderiliyor. Alman’ın, Rus’un yediği meyvenin bir alt kalitelisini de İstanbullu, Ankaralı yiyor yani. Peki Antalyalıya ne kalıyor? Üçüncü kaliteyi de biz tüketiyoruz. Yurtdışına ve yurtiçi piyasalara gönderileni görmediğimiz için, Kepez’deki pazardan, Muratpaşa’daki manavdan aldığımız meyveyi tatlı, sebzeyi güzel sanıyoruz. Antalya ‘tarımın başkenti’ diye kodlandığı için, Bursa’dan şeftali, Aydın’dan incir, Malatya’dan da kayısı fazla gelmez buralara. Antalya’da yaşayan bizler, Antalya’nın sebzesiyle, meyvesiyle yaşarız.

Hem çürük, hem pahalı

Elmanın en güzelini, en dirisini, en kırmızısını Alman yiyor. Onun biraz daha altını, daha az kırmızısını, daha az dirisini İstanbullu, Ankaralı tüketiyor. Antalya’da yaşayanlar ise üçüncü sınıf meyve, gevşemiş elma, kokusuz domates, narenciye memleketinde ekşi portakal yiyor. Daha ucuzunu değil; en kalitesizini, en tatsızını, en pörsümüşünü… Teşbihte hata olmaz. Adeta ‘akşam pazarı’ gibiyiz. Hani pazaryerlerinde akşama kalan meyve, sebze hem canlılığını, tazeliğini yitirir, hem de ucuzlar ya, işte öyle… Fakat sebze ve meyvenin en kötüsünü, en tatsızını ucuza değil, İstanbul’la, Ankara’yla aynı fiyata yiyoruz. Hem çürük, çarık, kalitesiz, hem de pahalı… Bunu kimsenin dillendirdiği de yok. Tarımın başkentinde biz niye sebzeyi, meyveyi hem kalitesiz, hem de pahalı yiyoruz? Bu nasıl bir ekonomi?

Kazıkçının başkent yalanı

‘Turizmin başkenti’ Antalya’da sahiller, kumsallar bize yasak. Ya oteller parsellemiş kıyıları, ya da şezlong-şemsiye tacirleri. Yabancı turistler sudan ucuz tatil yaparken, biz deve yüküyle para vermek zorundayız. ‘Tarımın başkenti’ Antalya’da da durum aktardığım gibi. Hem kalitesiz, hem de pahalı sebze-meyve yiyoruz. Peki burası kime başkent? Ürettiği domatesi üç kuruşa satan köylüye mi, yoksa o domatesi allayıp pullayarak satan tefeciye, tüfeciye mi? Denizi uzaktan seyreden Kepezliye mi, yoksa devletten aldığı tahsisli araziye bol yıldızlı oteller çakan ‘müteşebbis’ kişilere mi? Bize dönüp, ‘tarımın ve turizmin başkenti’ gazı veriyorlar, ama elmayı İstanbul fiyatına ısırıp, otele Maldivler parası ödüyoruz. Bu ‘başkent’ teraneleriyle biz aslında ayvayı yiyoruz. Aracılar, tefeciler, fırsatçılar sırtımızı sıvazlayarak bize ayvayı yediriyor.

Kıyamete 0.5 derece kaldı

Meselenin daha da ciddi bir yönü var. Hava ısınıyor, iklim değişiyor. Her yıl daha da sıcak bir yaz, daha az yağışlı kış ayları bizi bekliyor artık. 2 derece daha ısınırsak, Akdeniz kıyıları kıyamet yerine dönecek. Uzmanların bütün uyarılarına rağmen, bu 2 derecelik pay da hızla tükeniyor. +0.5 toleransımız kaldı. Muratpaşa Belediyesi’nin iklim portalında kapımızdaki tehlike şöyle anlatılıyor: “İklim değişikliğinde +0.5 rakamının önemli bir anlamı var. Bilimsel senaryolarda dünyada sıcaklığın 2030 yılına kadar 1.5 derece artacağı ve artışın bu rakamla sınırlı kalması için acil harekete geçilmesi gerektiği belirtiliyor. Aksi takdirde yükselişin 2 dereceyi bulacağı ve aradaki +0.5 farkın, en çok Akdeniz havzasını etkileyeceği belirtiliyor. Akdeniz kıyısına 640 kilometre sınırı olan Antalya, Türkiye’de bu durumdan en çok payını alacak kentlerden biri. Özetle yarım derecelik sıcaklık artışı, Antalya’mızı yaşanmaz hale getirebilir. Sıcaklık artışını azaltmak ya da durdurmak için tüm dünyada yapılacak pek çok şey var. Ancak en etkili yol kent yaşamında bireysel alışkanlıklarımızı gözden geçirmek ve istenmeyen etkilere karşı hazırlıklı olmak. Çevreyi kirletmemek, su ve enerji tasarrufuna yönelmek, atıklarımızı ayrı biriktirmek, toplu taşımayı tercih etmek, gıda israfından kaçınmak bunlardan sadece birkaçı”. Aslında formül basit: Yerinde üretim, yerinde tüketim… Yani ürettiğin yerde tüketeceksin. Bu da tefecinin, tüfecinin, aracının, komisyoncunun, sermayenin tezgahını bozuyor. Ürettiğimiz yerde tüketirsek hem daha ucuza, daha temiz ürünler yiyeceğiz, hem de iklim bozulmayacak.