Acı da demlenen bir şey. Sıcağı sıcağına çok fark edilmiyor, sonrasında oturmaya başlıyor insanın içine. Anılar, yaşanmışlıklar, yüzler, mimikler, sözler, sözcükler dolaşıp duruyor zihinde. Canlanıyor, soluk alıyor, ölmüyor. Oysa öldü Erkan Şahin. Yakın arkadaşım, okul arkadaşım, fikir arkadaşım, kafa dengim, yoldaşım. Ansızın hem de. Hiç beklenmedik bir anda, bir zamanda, umulmadık şekilde. Hazırlıksız, habersiz… Kala kaldım. Kala kaldık. Kemer yolunda, Küçükçaltıcak denilen yerde, motosiklet kazasında yaşamını yitirdi. Tehlikeli bir yer zaten orası, daha önce de ölümlü kazaların olduğu bir kör alan. Önce bir U dönüş yaptılar, sonra kavşağa dönüştü o nokta. Ana yoldan gelen kavşaktan kafayı çıkaran aracı görmüyor. Hiçbir etkilinin, yetkilinin, idarecinin, devlet insanının filan da umurunda değil. Acı onların acısı değil çünkü. Ateş onların ocağına düşmüyor. Yumuşak koltuklarda oturmaya, makam araçlarıyla caka satmaya, kapılarının önüne güvenlik dikmeye devam ediyorlar.

Suskunluk yasası devrede

Devlet gerçekten devlet olsa, o yolu yapan, o kör noktayı oraya yerleştiren, sürücülere o tuzağı kuran herkesten hesap sorar. Ölüme sebebiyet vermekten, cinayete yardım ve yataklıktan dolayı hesap sorar hem de.  Bir ülkenin gelişmişlik ölçütü bunlardır işte. Memuruna, şefine, amirine, idarecisine, yani kendilerine ‘devlet’ diyen, o perdenin arkasına saklanan şürekaya,  “Gel bakalım buraya” diyor mu, demiyor mu? Bizim devlet diyemez. Daha doğrusu, demez. Eğer bunun hesabını sorarsa, ters iliklenmiş bütün düğmelerin çözülmesi, doğru yere iliklenmesi gerekir. Kapağı devlete atmış, yorganı bilmem ne bakanlığına, bilmem ne dairesine sermiş insan türü bunu engeller. Birbirini korur, kollar, gizler. Dallı budaklı bir çıkar mekanizması, bir örümcek ittifakı, bir dokunulmazlık zırhıdır karşımızdaki. Mafyanın ünlü Omerta yasası, suskunluk kanunu var ya; ona benzer bir şey işte: “Bir şey görmedim, duymadım, bilmiyorum, konuşmam”. Teşbihte hata olmaz. Durumun bundan hiçbir farkı yok.

Pusulasız ölümler ülkesi

Acı söyletir. Acı konuşturur. Acı isyan ettirir. Acının aklı, mantığı, kimliği, haritası, pusulası, şekli, şimali olmaz. Devlet dediğimiz mekanizmanın, memur örgütlenmesinin işi, öncelikle acıyı yaşatmamak, eğer yaşanmışsa da izini sürmek, hesabını sormaktır. Bir daha yaşanmaması için gereğini yapmak, önlem almaktır. Küçükçaltıcak kavşağı yanlış yapılmış, insanları öldüren bir cinayet silahı, bir bıçak gibi duruyor orada. İlgililer, ilgisizler, yetkililer, yetkisizler, kulaklarının üstüne yatmaya, koltuklarına gömülmeye, kahvelerini yudumlamaya devam ediyor. Parmaklarını bile oynatmıyorlar hala. Erkan kardeşimizin acısı ise aklımızda dolaşmaya, büyümeye, sızlamaya, canımızı yakmaya devam ediyor. Yokluğu kanıyor. İnsanın anıları acır mı? Acıyor işte. Beraber gittiğiniz bir yolculuk, yaşadığınız bir an, söylenmiş bir söz, arkadaşlığın, dostluğun izleri acıyor. Ölmüyor çünkü gidenler, yaşamaya devam ediyor.

Acıyı taşıyan zeytin ağacı

Erkan öldü, hayat devam ediyor. Mu?  Ediyor elbette. Eksilerek, azalarak, acıyarak devam ediyor. İşimize, okulumuza, evimize, ailemize, eşimize, dostumuza dönüyoruz. Zaman akıp gitmeye devam ediyor. Eğer zamanın akışını ‘hayat’ olarak göreceksek, eğer öyleyse, elbette devam ediyor hayat. Yapacak şeyler kalıyor geriye. Ölenlerin anısını, düşüncesini, arzularını, planlarını, hedeflerini yaşatmak… Bir zeytin ağacı dikmek mesela, beraber gitme planı yaptığınız bir yerlere gitmek mesela, o kitabı okumak mesela, o şarkıyı söylemek mesela, o denize girmek mesela, o yolu yürümek mesela. Biz bunları yaptıkça Erkan Şahin yaşayacak. Sonra bizim için yapacaklar bunları, Erkan Şahin bizim için yapılanlarda da yaşayacak. Biz buna diyalektik diyoruz. Erkan Şahin bu diyalektik içinde yaşayacak. Ölüm adın kalleş olsun!