Yemek yapmak, yemek pişirmek insanı gerer mi? Geriyor. Son yıllarda ekranları işgal eden yemek programları adeta bir ring… “Ülkenin sosyolojisini anlayın, ona göre siyaset yapın” diyorlar ya, işte kastettikleri sosyoloji bu. İncelikten yoksun, insanlıktan nasibini almamış, saygısız, düşüncesiz, nobran, kültürsüz, cahil, bir o kadar da egoist, kendini beğenmiş şahıslar birbirlerini eziyor, ezikliyor, yiyip bitiriyor. Ekran karşısında milyonlarca izleyici de, meşrebine uyan yarışmacıları takip ediyor, örnek alıyor. Dert üstü, murat üstüyüz yani. Tek derdimiz domates çorbası. Domates çorbasının yokluğu değil, yanlış anlaşılmasın. Niye çorba kasesinin altında servis tabağı olmadığını dert ediyoruz toplumca. Kafasına vuruyoruz tabaksızların, çatalı bıçağı yanlış dizen, masaya içecek koymayan, peçeteyi yanlış katlayanların. Sanırsınız ki herkes mösyö, senyorita, baron, düşes filan. Sanki her gün malikanede yemek yiyor imansızlar. Şamdan olmayan masaya oturmaz, Çin malı porselenden aşağısını kullanmaz sanki.

Yoksullara ‘sıfır atık’ dersi

Ülke yoksullaştıkça, asgari ücret toplumu haline geldikçe yemek programlarının sayısı artıyor. Size de ilginç gelmiyor mu bu? Ekranın karşısına geçip, cazur cuzur kızaran etlere yalanıyor, stüdyoyu basan mangal kokusuna yutkunuyoruz. Sanki yanımızda pişiyor. Toplumun bir yerleri şişiyor, ama ne gam! Gözüyle doyuyor halk. Şef yarışmacıya fırça atınca içinin yağı eriyor izleyenlerin, taraf oluyor, mavileri tutuyor mesela, tuttuğu takım kazanınca kalın bir pirzolayı mideye indirmiş gibi seviniyor. Dışarı çıkamaz, bir yerlere oturup iki kap yemek yiyemez, bir mekanda ailece vakit geçiremez, bir şeyler içemez hale gelen halk, ekrandan izliyor masaları. Akşam pazarında kenara dökülmüş üzümleri, domatesleri toplayıp ev ahalisinin karnını doyuranlara ‘sıfır atık’ dersleri veriliyor beyaz camdan. Sosyal sorumluluk projesi… Ziyan etmeyin, yiyin. Neyi yiyecek? Pazardan topladığı çürükleri…

‘Poşu’ yerine ‘poşe’ yumurta

Bunları izlerken, gözlerken, düşünürken, tartışırken biz de mi çürüyoruz acaba? “Sosyoloji, sosyoloji, sosyoloji” diye düşüncemize, davranışlarımıza, yorumlarımıza, akıl yürütmelerimize giydirdikleri deli gömleği yüzünden parmağımızı kıpırdatamıyoruz. Az bir sesini çıkartanın defteri dürülürken, ekrandaki yarışmacılar dürüm yapıyor. Boynundaki ‘poşu’ yüzünden içeri atılan genci unutturmak için ‘poşe’ yumurta pişiriyor televizyon karakterleri. Kuru fasulyemiz yok yemeye, fakat Beef Wellington’la gidiyoruz seçmeye. Bunun felsefi, sosyolojik, psikolojik, biyolojik, zoolojik tanımı ‘yemek pornografisi’dir. Düşünce dünyamıza yeni girdi bu kavram. Pornografi dedik diye hemen hönkürmeyin. Yemek pornografisi, “Reklamlarda sulu, lezzetli yemeklerin yakın çekim görüntüleri” diye tanımlanıyor.

Ekonomiyi unutturan sosyoloji

Beyza Karakaya, “İzlenildiğinde veya fotoğrafları görüldüğünde iştah açmaları, tat veya koku duyusundan ziyade göze hitap etmeleri; sanal bir doyum sağlamaları ve genellikle yüksek kalorili ve şekerli olan bu gıdaların fotoğraflarını görmenin bir suçluluk duygusunu beraberinde getirmesi de onu pornografik yapan diğer özellikler” diye çoğaltıyor tanımı. Bu bir akım aslında. ‘Foodporn’ diyor buna yabancılar. Bu kavramla ilgili kafa patlatan Karakaya,  “Yemek kültürünün, ‘sunum’ kültürü ile birleşerek gösteri toplumunun önemli bir parçası hâline nasıl geldiği, yemek pornografisinin saiklerini ve etkilerini, dahası tüm bunların gündelik hayatın rutinini ve yemek yeme adabını nasıl dönüştürdüğü üzerine tekrardan düşünmemiz gerekiyor” demiş. Toplumun idrak yollarının iltihaplandığı koşullarda bu tartışmalar bile lüks kalıyor. Memleketimizde sosyoloji bu işe yarıyor. Aman bunları konuşmayalım, yoksa bizi döverler. Kim döver? Sosyoloji döver. Bizi daha iyi dövmek için ekonominin yerine sosyolojiyi, üretim ilişkilerinin yerine psikolojiyi koydular zaten.