Bugün etrafımıza baktığımızda, en çok adalet, özgürlük ve eşitlikten söz edildiğini duyuyoruz. Fakat bu kadar çok tekrarlanıyor olmaları, aslında bu değerlerin hayatımızda eksik olduğunu gösteriyor. Çünkü insan, elinden alınan şeyin peşine düşer; toplumlar da en çok mahrum kaldıkları değerleri haykırır.
Bu durumu toplumsal düzeyde ele aldığımızda bireysel kırılganlıkların sosyal yapılarla nasıl iç içe geçtiğini görmek mümkün. Bir düşünelim… Lüks tüketim nesnelerine, statü sembollerine veya beden imajına yapılan vurgu, aslında bireylerin toplumsal kabul görme, sevilme ve takdir edilme ihtiyacının birer dışavurumu değil midir? Bu ihtiyaçların kökenine indiğimizde, genellikle çocuklukta veya erken yaşam deneyimlerinde doyurulamayan duygusal açlıklarla karşılaşıyoruz.
Toplumsal bağlamda ise durum daha da karmaşık bir hal alıyor. Örneğin, adalet ve eşitlik çığırtkanlığı yapan toplumlarda, adaletsizliğin ve eşitsizliğin ne kadar derin olduğunu görebiliriz. Hak, hukuk ve özgürlük taleplerinin en gür çıktığı yerler, çoğunlukla bu değerlerin en çok bastırıldığı yerlerdir. Çünkü insan, kendisinden mahrum bırakılan şeye özlem duyar ve bunun mücadelesini verir.
Tam da burada kadınların yaşadığı hak ihlalleri çarpıcı bir örnek teşkil ediyor. Kadının çalışma hakkının kocanın iznine bağlanması, giyimine ve kamusal alandaki varlığına sürekli müdahale edilmesi ya da şiddeti meşrulaştıran söylemler… Bunların her biri, “özgürlük” kelimesinin neden en çok kadınlar tarafından dillendirildiğini açıklıyor. Çünkü özgürlüğü en çok isteyenler, ondan en çok mahrum bırakılanlardır. Kadın haklarını kısıtlayan her fetva, her hutbe, aslında toplumun yarasına tutulmuş bir ayna, adaletin kâğıt üzerinde var olduğu ama hayatın içinde eksik bırakıldığı gerçeğini gözler önüne seriyor.
Buradan şunu görüyoruz; "adalet var" demekle, adaletin fiilen yaşanması aynı şey değildir. Hukukun metinlerde yer alması, bireylerin günlük yaşamda haklarını özgürce kullanabildikleri anlamına gelmez. Özgürlük de aynı şekilde; kavram olarak kutsanırken, fiiliyatta kısıtlandığında geriye yalnızca hayal kırıklığı kalır.
Bir toplum sürekli eşitlikten bahsediyorsa eşitsizlik derindir. Özgürlüğü dile getiriyorsa özgürlük yokluğu can acıtıcıdır. Kadınlar özgürlük için haykırıyorsa bunun nedeni özgürlüğün ellerinden alınmış olmasıdır.
Bu durum, bireysel olduğu kadar toplumsal düzeyde de bir yüzleşmeyi gerekli kılıyor. Toplum olarak neyin yüksek sesle dile getirildiğini görüyorsak tam da o konuda bir yaraya sahibiz. Bugün eşitlik diyenlerin çoğu, eşitsizliğin acısını en derinden hissedenlerdir. Özgürlük isteyenler, kısıtlanmış olanlardır. Sevgi arayanlar, en çok sevgisizlikle sınanmış olanlardır.
Şimdi şu soruları sormak önemli: Kendimize ve toplumumuza daha yakından bakmaya cesaret edebilir miyiz? Mahrumiyetlerimizi ve saplantılarımızı tanıyabilir miyiz? Çünkü çözüm, o yarayı kabullenip onunla yüzleşmekle başlayacaktır. Ve belki de en çok şunu hatırlamak gerekir: Hakiki özgürlük, sadece bazılarına değil, herkese ait olduğunda mümkündür.