Toplum değişir, koşullar değişir, hatta insanın yolu bile değişir ama içindeki değerler sabitse yönünü kaybetmez. Çünkü insanı tanımlayan, bulunduğu yerden çok, içinde taşıdığı değerlerdir. Yüzyıllar öncesinden gelen bir ses, bugün de aynı yalınlıkla söylüyor bunu; “Nereye gidersem gideyim, ben iyi olurum; çünkü zaten burada da iyiyim. Burada iyi olmamın nedeni değerlerimdir ve onları her yere beraberimde götüreceğim. Kimse onları benden alamaz, yalnızca onlara sahibim ve her nerede olursam olayım, ne yaparsam yapayım onlar benden ayrılmayacak ve benim için yeterliler.” Epiktetos’un bu cümleleri, bireyin değerlerinin yaşamındaki merkeziliğini ve bu değerlerin toplumsal bağlamla kurduğu ilişkiyi anlamak için güçlü bir kapı aralıyor.
İyilik, coğrafyayla iklimle statüyle ya da toplumun onay mekanizmalarıyla ilgili değildir. İyilik, insanın kendi değerleriyle kurduğu tutarlı ilişkinin bir sonucudur. Değerler, insanın vicdanından doğar ama toplumsal yaşamın görünmez omurgasında kök salar. İnsan, doğduğu andan itibaren bir toplumun değerler sistemine dâhil olur; fakat zamanla bu değerleri sorgular, dönüştürür ve kendi içinde yeniden anlamlandırır. Epiktetos’un hatırlattığı da budur: Gerçek değerler, dışarıdan öğretilmez; insanın içinde anlam bulur.
Bireyin değerleri, sosyalizasyon süreçleriyle şekillenir ve toplumsal yapılar tarafından sınanır. Her yeni deneyim, bu değerlerin geçerliliğini sorgular. Ancak birey, onları özümseyebildiğinde, yaşamın değişen koşulları karşısında koruma gücü kazanır. Değerler, bireyin hem toplumsal normlara uyumunu hem de bu normlarla çatışma biçimini belirleyen temel yapısal unsurlardır. Toplumsal alanın dayatmalarına rağmen kendi değerlerini koruyarak hareket eden birey, kimliğini ve anlam arayışını sağlam bir zemin üzerine kurar.
Toplum, bireye kim olduğunu söyler. Ancak birey, hangi değerlere sahip çıkarak kim olacağını kendisi belirler. Gerçek iyilik, toplumun onayında aranmaz; insanın vicdanında doğar. Bir toplumun en güçlü bireyleri, koşullar değişse de savrulmayan, çıkar karşısında eğilmeyen, vicdanlarının sesiyle yürüyen insanlardır.
Bugün kimliklerin bulanıklaştığı, ilişkilerin yüzeyselleştiği, anlamın yerini gösterişin aldığı bir çağda yaşıyoruz. İnsan, hızla değişen bu dünyada değerleriyle her gün sınanıyor. Göç, kimlik krizleri, ekonomik zorluklar ve sosyal dışlanma gibi durumlar, bireyin kendi değerlerini sorgulamasına yol açabiliyor. Yine de Epiktetos’un hatırlattığı gibi, değerlerini vicdani bir güç kaynağına dönüştürebilen insan, bu zorlukların arasında bile yönünü kaybetmeden yürüyebiliyor.
Yine de kendi dengesini koruyanlar var. Onlar sessiz ama kararlı bir direnç hattı kuruyorlar. Bu direniş, sloganlardan ziyade, gündelik hayattaki küçük ama sahici seçimlerle örülüyor; adil davranmak, yalan söylememek, bir cana zarar vermemek, emeğe saygı duymak, başkasının acısını hissedebilmek… Değerlerini koruyan bireyler, bu tutarlılıklarıyla toplumu daha adil ve daha anlamlı bir hale getirmek için kolektif eylemlerin öncüsü hâline gelirler.
Değerlerine sahip çıkan insan, aslında toplumu da ayakta tutar. Çünkü bireyin ilkesel tutarlılığı, kolektif bir güvenin zeminini oluşturur. Değerlerinden uzaklaşan birey, zamanla toplumdan da uzaklaşır; çünkü değerler, bizi birbirimize bağlayan görünmez sözleşmelerdir.
Epiktetos’un sözündeki “ben iyi olurum” ifadesi, bencil bir iyilikten bahsetmez; aksine, insanın hem kendisiyle hem toplumla kurduğu ahlaki dengeyi anlatır. Bu denge bozulduğunda, toplum çözülür; birey kendini kaybeder. Oysa kendi değerlerini koruyan insan, yıkımların ortasında bile yeniden filizlenme gücünü içinde taşır.
İnsanı bulunduğu yer değil, durduğu yer belirler. Ve o yer, değerlerinin tam merkezidir. Çünkü bazen bir insanın en büyük direnişi, her şeye rağmen doğru kalabilmesidir.