Toplum, çoğu zaman görünmeyen bağlarla birbirine düğümlenmiş duyguların ağıdır. İnsan, kendi yaşamının yükünü taşırken, farkında olmadan başkasının yarım kalmış hikâyesini de omuzlarında hisseder. Ailede, dostluklarda hatta kimi zaman yabancılarla kurulan geçici karşılaşmalarda bile travmaların görünmez ipleri dolaşır bireyin ruhuna. Yaşanmamış deneyimlerin gölgesi, kişinin öz kimliğinin üzerine düşer ve varoluşunu silik bir fon gibi kuşatır.
Başkalarının duygusal bagajını sırtlanmak, bireyin kendi yolunu bulanıklaştırır. Modern toplumlarda sıkça dile getirilen bireyselleşme ideali, bu noktada kırılganlaşır. Çünkü birey bir başkasının acısına ortak olurken, kendi sınırlarını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Sosyal medya, bu kırılmayı daha da belirginleştirir; ekrandan taşan hayatların acısı, sevinci, kaybı ve umudu, hiç tanımadığımız insanların hikâyeleriyle bizi duygusal bir yakınlığa sürükler. Tanıklık, çoğu zaman empatiyle sınırlı kalmaz; birey o deneyimi içselleştirir, kendi kimliğini başkasının hikâyesiyle yoğurmaya başlar.
Toplumsal ölçekte düşünüldüğünde bu durum bireysel deneyim ile kolektif hafıza arasındaki gerilimi açığa çıkarır. Maurice Halbwachs’ın işaret ettiği üzere, birey hiçbir zaman yalnızca kendi hatıralarını taşımaz; toplumsal ilişkiler ve kolektif bellek onun kimliğini sürekli yeniden kurar. Ancak bu süreç, sınırların kaybolduğu noktada bireyi özne olmaktan çıkarıp başkasının travmasına eklemler. Bu nedenle bireyin başkasının hikâyesini içselleştirmesi bireysel bir zafiyet olmanın ötesinde, toplumsal kimliklerin iç içe geçerek bulanıklaşmasına işaret eder.
Erving Goffman’ın dramaturjik yaklaşımıyla bakıldığında ise bireyin kendi sahnesinde başrolü kaybetmesi söz konusudur. Kendi anlatısını geri plana iten kişi, başkasının hayatında figüran rolüne sıkışır. Bu da toplumsal düzeyde, bireyin özneleşme sürecini sekteye uğratır. Dayanışma ile mesafenin birbirine karıştığı bu noktada, toplumda hem empati kültürü büyür hem de bireysel kimlikler aşınır. Böylece kayboluş, bireyin iç dünyasını aşar ve toplumsal bir kırılmaya dönüşür, dayanışma ile özneleşme arasındaki sınır silikleşir.
Böylece kişi, kendi hayatına dair anlatısını geri plana iter. Başkasının yaralarıyla yaşamaya başlamak, bireyi görünmez bir sosyolojik hapishaneye hapseder. Zamanla kendi varoluşunun asıl mücadeleleri ertelenir, birey başkasının trajedisinin yankısı içinde kaybolur. Bu kayboluş, bireysel bir kırılmayı aşarak toplumsal bir çatlağa dönüşür, dayanışma ile özneleşme arasındaki sınır silikleşir.
Oysa çözüm, sınırların yeniden inşasında saklıdır. İnsan, başkasının hikâyesine tanıklık edebilir, onunla empati kurabilir; ama bu, o hikâyeyi kendi yaşamının temel taşı haline getirmek zorunda olduğu anlamına gelmez. Asıl mesele, dayanışma ile mesafe arasındaki ince çizgiyi koruyabilmektir. Bireyin özneleşme süreci, işte bu bilince yaslanarak şekillenir; başkasının yarasına dokunurken, kendi yaralarının da sesini duymak...
İnsanın hayatı, yalnızca kendisine ait olan sınavlarla anlam bulur. Başkasının deneyimiyle fazlaca iç içe geçmek, bireyin varoluşunu silikleştirir; oysa kendi hikâyesini sahiplenen kişi, toplumsal ilişkiler içinde hem dayanışmayı hem de özgürlüğünü aynı anda var edebilir. İşte bu, bireyin kendi sahnesinde yeniden başrol olabilmesinin, yani hem insan hem özne kalabilmesinin yoludur.