Türkiye ekonomisi son yıllarda önemli bir sorunla boğuşuyor; Kişi başına düşen gelir belirli bir seviyeye geldiğinde takılıp kalıyor ve bir türlü yükselemiyor. Ekonomistler buna “orta gelir tuzağı” diyor. Türkiye 2013’ten bu yana kişi başına 9-12 bin dolar arasında gidip geliyor. Uzmanlar bu durumun büyük ölçüde sanayimizin yapısından kaynaklandığını düşünüyor.

Türkiye’nin fabrikaları durup dinlenmeden çalışıyor, ihracat rakamları artıyor. Ancak ürettiğimiz ürünlerden kazandığımız para maalesef çok düşük. Türkiye’den ihraç edilen ürünlerin kilosu ortalama 1,4 dolar getiriyor. Almanya’da bu rakam 4 doların üzerinde. Yani aynı parayı kazanmak için biz üç misli fazla ürün satmak zorundayız.

2025 yılında en çok ihraç ettiğimiz ürünler hâlâ tekstil, otomobil parçaları, beyaz eşya ve demir-çelik gibi geleneksel sektörlerde yoğunlaşıyor. Bunlar elbette önemli sektörler ama yüksek kazanç getirmiyor. Yüksek teknolojili ürünlerin toplam ihracatımızdaki payı sadece yüzde 3,5 civarında kalıyor. Antalya özelinde baktığımızda benzer bir tablo görüyoruz. Sera ürünleri, mermer ve gıda ürünleri ihraç ediliyor ama bunlar da kilogram başına düşük gelir getiren ürünler arasında.

Bu noktada karşımıza çıkan bir diğer sorun da araştırma-geliştirme harcamalarının yetersizliği. Türkiye’de özel sektörün Ar-Ge’ye ayırdığı pay, milli gelirin sadece binde 7’si. Savunma sanayiinde son yıllarda gerçekten önemli başarılar elde edildi, bu tartışılmaz. Ancak bu başarı hikayesinin diğer sektörlere de yayılması gerekiyor.

Antalya’da Akdeniz Üniversitesi ve Teknokent gibi önemli kurumlar bulunmasına rağmen, üniversite-sanayi iş birliği henüz istenilen düzeye ulaşamadı. Daha da üzücü olan, mezun olan genç mühendislerin iş bulamadıkları için büyük şehirlere göç etmek zorunda kalması. Bu aslında sadece Antalya’nın değil, ülkemizin genelinin yaşadığı bir beyin göçü sorunu.

Bir yandan bu sorunlarla boğuşurken, diğer yandan da yeni zorunluluklarla karşı karşıyayız. Avrupa Birliği artık çevre kirleten ürünlere ek vergi uygulamaya başladı. Bu durum Antalya’nın turizm sektörü için özellikle önemli çünkü Avrupalı turistler giderek daha fazla çevre dostu otelleri tercih ediyor. Dijitalleşme konusunda da Antalya’daki küçük ve orta ölçekli işletmeler, özellikle organize sanayi bölgelerindekiler, maalesef geride kalıyor.

Tüm bunların üzerine bir de dünya ekonomisindeki büyük değişim ekleniyor. Çin’in son 30 yılda gösterdiği dönüşüm gerçekten çarpıcı: Ucuz üretim merkezinden yapay zeka, 5G ve çip üreten bir teknoloji devine dönüştü. Bu durum doğal olarak Amerika’nın tepkisini çekti ve 2018’den beri iki ülke arasında hem ticaret hem de teknoloji alanında ciddi bir rekabet yaşanıyor.

Bu gerilim ilk bakışta uzak görünse de aslında Türkiye’yi doğrudan etkiliyor. Hem fırsatlar hem de riskler barındırıyor. Batılı şirketler üretimlerini Çin’den başka ülkelere taşımak istiyor ve Türkiye coğrafi konumu ve sanayi altyapısıyla bu fırsattan yararlanma potansiyeline sahip. Antalya açısından baktığımızda, havalimanının lojistik kapasitesi, limanın varlığı ve organize sanayi bölgesinin genişleme potansiyeli yabancı yatırımcılar için çekici olabilir. Özellikle turizm ekipmanları ve tarım teknolojileri üretiminde önemli fırsatlar var.

Ancak risk tarafını da göz ardı etmemek gerekiyor. Türkiye hem NATO üyesi hem de Çin’le büyük ticaret yapan bir ülke. İki dev arasında denge kurmak giderek zorlaşıyor. Antalya’daki işletmeler de sera ekipmanlarından otel mobilyalarına kadar birçok alanda Çin tedarikine bağımlı durumda. Bu bağımlılığın azaltılması ve alternatif tedarikçiler bulunması artık bir zorunluluk haline geldi.

Konunun belki de en kritik boyutu Tayvan meselesi. Dünyanın en gelişmiş bilgisayar çiplerinin yüzde 90’ından fazlası Tayvanlı TSMC firması tarafından üretiliyor. Bir çatışma durumunda küresel teknoloji sektörü tamamen durabilir. Antalya’nın akıllı şehir projeleri, havalimanı sistemleri ve otel teknolojileri de bu çiplere bağımlı. Uzmanlar dünyanın iki ayrı ekonomik bloğa ayrılabileceğinden endişe ediyor. Antalya’nın turizm geliri açısından bu özellikle önemli çünkü hem Avrupalı hem Rus hem de Çinli turistlerden gelir elde ediyoruz. Dünya iki bloğa bölünürse, bu çeşitlilik avantajımızı kaybedebiliriz.

Peki ne yapılmalı? Uzmanlar öncelikle belirli bölgelerde teknoloji odaklı sanayi bölgeleri kurulmasını ve üniversitelerle fabrikaların daha yakın çalışmasını öneriyor. Antalya Teknokent’in kapasitesinin artırılması ve özellikle tarım teknolojileri, turizm yazılımları ve yenilenebilir enerji sistemleri alanında uzmanlaşma sağlanması gerekiyor. Aynı zamanda hem Batı hem Doğu ile dengeli ilişkiler sürdürülmeli, çevre dostu teknolojilere geçiş desteklenmeli. Küçük işletmelere dijital dönüşüm için uygun krediler sağlanmalı ve okullarımız sanayinin ihtiyaç duyduğu nitelikli elemanları yetiştirmeye odaklanmalı.

Sonuç olarak Türkiye’nin zengin ülkeler ligine çıkması için sadece daha fazla değil, daha değerli ürünler üretmesi gerekiyor. Çin-ABD rekabeti bu dönüşüm için hem fırsat hem de risk içeriyor. Antalya açısından düşündüğümüzde, şehrimizin sadece turizme bağımlı kalmaması, sanayi ve teknoloji alanında da güçlenmesi gerekiyor. Akdeniz Üniversitesi’nin dinamik kadrosu, şehrin lojistik avantajları ve coğrafi konumu büyük fırsatlar sunuyor. 12 ay turizm yapan, teknoloji üreten bir Antalya hayal değil. Ancak bunun gerçekleşmesi için yerel yönetimler, iş dünyası, üniversite ve sivil toplumun el ele vermesi şart. Asıl mesele şu: Bu dönüşümü ne kadar hızlı gerçekleştirebileceğiz ve değişen dünya düzeninde doğru pozisyonu alabilecek miyiz? Önümüzdeki birkaç yıl, hem Türkiye hem de Antalya’nın ekonomik geleceği açısından belirleyici olacak.