Bir trenin içinde başlıyor hikâye. Kalabalık, sıcak, gergin bir atmosfer. Yer verme tartışmasıyla alevlenen bir gerilim, birkaç dakika içinde fiziksel şiddete dönüşüyor. İki çocuğun gözleri önünde babaları darbediliyor. Kamera kayıtta. Görüntüler sosyal medyaya düşüyor. Kimi adalet istiyor, kimi infaz çağrısı yapıyor. Linç, yalnızca vagonda değil artık, her ekranda…
Oysa ortada sadece bir olay değil; çok daha büyük bir toplumsal semptom var. Bu yazı, o semptomu anlamaya çalışıyor.
Türkiye’de şiddet sokakların, metroların, marketlerin, trafikteki direksiyonların gündelik dili haline geldi. Ne yazık ki bu dil, giderek daha fazla kişiyi içine çekiyor. Şiddetin toplumsal hayattan çekilmesi medeniyetin bir ölçüsüyse biz ters yöne gidiyoruz. Şiddetin meşrulaştığı, hatta bazen haklı bulunduğu bu çağda şiddet tahammülsüzlüğün, öfkenin ve bastırılmış sınıfsal/psikolojik gerilimlerin dışavurumu.
Trende yaşanan bu olay, taraflar arasındaki bireysel anlaşmazlığın çok ötesinde bir anlam taşıyor. Çünkü burada mesele ne gerçekten yer verme meselesi ne çocukların varlığı… Mesele artık herkesin sınırlarının çok kolay aşılması... Mesele tahammülün toplumsal zeminde giderek aşınması…
Tahammülsüzlük, sosyolojik olarak çoğu zaman sistemsel baskının bir sonucudur. Gelir adaletsizliği, güvencesizlik, işsizlik, geçim sıkıntısı, kentte kalabalığın ortasında yalnızlık... Tüm bunlar bireyin içinde bastırdığı öfkeyi, en zayıf halkaya yöneltmesine neden olur. O zayıf halka bazen bir çocuk olur, bazen bir kadın, bazen yalnız bir baba, tıpkı bu olayda olduğu gibi…
Olay sırasında çevredeki insanların tepkisizliği, sonra videoyu çekenin kameraya olan güveni, ardından sosyal medyada patlayan öfke seli... Bütün bunlar bize başka bir katmanı gösteriyor: Dijital çağda şiddetin toplumsal gösterisi.
Artık şiddet yalnızca yaşanmıyor, kayda alınıyor, paylaşılıyor, puanlanıyor. "Mavi gömlekli" ifadesiyle linç edilen kişi, bir anda bir sosyal medya sembolüne dönüşüyor. Adalet arayışı çoğu zaman bir kolektif öfke gösterisine evriliyor.
Toplumun olay karşısında en fazla tepki verdiği unsur, 'çocukların yanında bir babaya şiddet uygulanması' oldu. Elbette bu hassasiyet çok kıymetli. Ama ya o baba olmasaydı? Ya çocuklar trende olmasaydı? Şiddet yine bu kadar infial yaratır mıydı? O zaman da aynı öfkeyi hisseder miydik?
İşte tam da burada toplumsal ahlakın koşullu doğasıyla yüzleşiyoruz. Şiddete karşı çıkmak, şiddetin muhatabına göre değişmemeli. Çünkü şiddet statüye, yaşa, cinsiyete, anne-babalığa, vatandaşlığa göre değil, insana karşı işlenir.
Bu yazı bir sonuca varmıyor. Çünkü mesele yalnızca 'bu olayda kim haklıydı' değil. Mesele şu: Nasıl bu kadar kolay öfkelenir hale geldik? Neden bu kadar hızlı saldırıya geçiyoruz? Neden birbirimizi bu kadar çabuk düşmanlaştırıyoruz? Yanıtı uzun... Ama kısa bir öneriyle bitirebiliriz: Toplumun sabırla, empatiyle, eğitimle yeniden örülmesi gerekiyor. Ama bundan önce, her bireyin kendine dönüp şu soruyu sorması şart: Ben neye, kime, ne zaman bu kadar öfkelenmeye başladım? Çünkü bir toplumun dönüşümü, herkesin kendi şiddet kapasitesini fark etmesiyle başlar.