Toplumun en sinsi miraslarından biri, bireye zamanın efendisiymiş gibi davranmayı öğretmesidir. Çocuklukta başlar bu eğitim; önce derslerini bitir, sonra oynarsın. Önce uslu dur, sonra seni severler. Önce büyü, sonra ne istersen yaparsın. Zamanla bu 'sonra'lar birikir, büyür, hayatın ta kendisi haline gelir. Böylece birey, şimdiyi yaşamaktan çok, geleceği planlamaya koşullandırılır. Böylece zihnimiz, gerçekliğin içinde olmak yerine, sürekli ötelenen ihtimallerin içinde yaşamayı alışkanlık haline getirir.
Oysa ertelenen her 'şimdi', bireyin kendisinden bir parça çalar. Çünkü zaman, kendi içinde ne uygunluğu tartışılabilir bir an sunar ne de mükemmelliğe ulaşmak için bir garanti verir. Beklenen o ‘doğru zaman’, çoğunlukla bireyin zihninde kurduğu bir yanılsamadan ibarettir. Bu yanılsama ise toplumsal rollerin, kültürel normların ve zamanla kişiye nüfuz eden korkuların birleşimiyle beslenir.
Modern bireyin karşılaştığı en temel ikilemlerden biri, kendi olmak ile ait olmak arasında sıkışmasıdır. Kendisini gerçekleştirmek isterken aynı anda ‘iyi bir evlat’, ‘sorumlu bir çalışan’, ‘uyumlu bir eş’, ‘toplum içinde kabul gören bir birey’ olma yükünü taşır. Bu yük, çoğu zaman bireyin özlemlerini ve hayallerini geri plana itmesine neden olur. Dışarıdan bakıldığında 'mantıklı' görünen birçok karar, aslında korkuların biçimlendirdiği ertelemelerdir. “Bugün olmaz, yarın daha hazır olurum” cümlesi, çoğunlukla harekete geçme cesaretinin önünde duran o tanıdık sesin, kaygıya bürünmüş ifadesidir.
Bu durum, kimliğin inşa sürecinde derin çatlaklara neden olur. Birey, kendi arzularıyla toplumsal beklentiler arasında bir denge kurmaya çalışırken çoğu zaman ya kendini bastırır ya da içinde bulunduğu yapıyı sorgulamaktan geri durur. Oysa insanın özneleşme süreci, bu çelişkilerle yüzleşmeyi gerektirir. Çünkü ancak yüzleşme cesareti gösteren birey, seçimlerinin ve ertelemelerinin sorumluluğunu alabilir; kendi yaşamına yön verme gücünü orada bulur.
Erteleme davranışı, yalnızca bireyin kararsızlığı ya da zayıflığı olarak okunamaz; aynı zamanda toplumsal yapıların birey üzerindeki baskısının görünür bir sonucudur. Birey, farkında bile olmadan, kendisine öğretilmiş rollerin içinde yaşamayı öğrenir. Bu roller, çoğu zaman sorgusuz bir itaati beraberinde getirir. Zihin, bu rollerin çizdiği sınırları bir tür güvenlik çemberi gibi kurgular. Bu çemberin içinde kalmak, bireye aidiyet hissi verse de aynı zamanda onu kendi potansiyelinden uzaklaştırır. Gerçek dönüşüm, bu konfor alanının dışına adım atıldığında mümkün olur. Çünkü birey, sınırlarını ancak onları aşmaya cesaret ettiğinde keşfedebilir.
Hayatın dinamikliği, bireyi her zaman yeni sorumluluklarla karşı karşıya getirir. Bu yüzden hiçbir zaman 'tam hazır' olmak mümkün değildir. Sürekli değişen koşullar içinde 'en uygun zaman' beklentisi, bireyin kendisiyle kurduğu ilişkiyi erozyona uğratır. İçinde bulunduğumuz an, aslında sahip olduğumuz tek gerçekliktir. Ve bu gerçeklik, ancak harekete geçildiğinde anlam kazanır.
Bazen en küçük adım, yıllardır bastırılmış çatışmaların çözülmeye başladığı ilk çatlak olabilir. Bu adım, dışarıya dönük gibi görünse de aslında bireyin kendine yönelttiği bir harekettir. Öğretilmiş rollerin sınırlarını aşmak, ilk etapta belirsizlik ve tehdit duygusunu tetikleyebilir. Ancak bu kırılma anı, bireyin özgürleşme sürecinin başlangıcıdır. Toplumsal kalıplardan sıyrılan her adım hem bir başkaldırıyı içerir hem de dönüşümün ve kendilik bilincinin filizlenmesine zemin hazırlar. Çünkü birey, kim olduğunu ancak dayatılan kimliklerden sıyrıldığında, alışkanlıkların ötesine geçtiğinde fark eder.
Sonuçta hayat, hep beklediğimiz 'mükemmel an'dan çok, cesaretle karşıladığımız anların toplamıdır. Bireyin zihninde büyüyen korkular, ancak harekete geçildiğinde anlamını yitirir. Toplumun şekillendirdiği korkulara rağmen yol alabilen birey hem kendini hem toplumu dönüştürmeye başlar. Çünkü kendi yolunu çizemeyen, hep başkalarının çizdiği haritada yürür.
Erteleyen zihin
Funda Alpaslan Talay / Uzman Sosyolog
Yorumlar