Böyle başlıyor Burdur türküsü: “Güle çıktım gülmedim / Gülden düştüm ölmedim”. Gerçi Isparta türküsü, Kütahya Tavşanlı türküsü olduğunu söyleyenler de var, ama ağırlıklı olarak Burdur Dirmil türküsü diye geçiyor kayıtlarda. Gerçi bu Dirmil’in adını da çok bilmiş devlet idarecileri Altınyayla yaptılar, ama biz o sivri zekalara rağmen eski adıyla seslenmeye devam edelim. Çünkü Dirmil, Anadolu’nun en eski dili Luvice’den günümüze yadigar kalmış bir isimdir. Binlerce yıl önce bu bölgede yaşayan insanlar ‘Trimili’ diyorlardı beldelerine. Ülkesini, yurdunu, toprağını seven bir yönetici böyle demeye devam eder. Çünkü bu ifade Anadolu’da binlerce yıldır yerli halkların, buralı halkların yaşadığını, Helenistik kültür, Roma çağı, Arap akınları gibi katmanların daha sonra geldiğini, bunun üstüne konduğunu anlatır. Anadolu, bütün bunlardan önce de Anadolu’dur yani. Dili, kültürü, halkları, buğdayı, koyunu, yerleşimleri vardır.

Yüzlerde yayılan gül metaforu
Neyse, biz çıktığımız gülde, düşmeden biraz duralım. “Güle çıktım gülmedim / gülden düştüm ölmedim” türküsü, bu iki dizeden sonra gidip ‘Şerife’ye bağlansa da, o müthiş metafor çöküp kalıyor insanın aklına. Gerçi mevzunun Şerife’ye bağlanması da, neşesini teke gibi zıplayan coğrafyadan alan yöre insanı için şaşırtıcı, en azından rahatsız edici değil. Madem güle çıkıp düşüyorsun, üstüne üstlük de ölmüyorsun, o zaman ‘Şerifem sen yaktın beni’. Hatta ‘penceresi damaklı, Şerifem elma yanaklı’. Bu Teke neşesinin içinde saklanan trajik öğe, ne kadar hoplarsak hoplayalım, ne kadar zıplarsak zıplayalım kaybolmuyor aslında. “Güle çıktım gülmedim / Gülden düştüm ölmedim”. Gül denilen çiçekle gülmek arasında, ses benzeşmesinden dolayı yakalanan ilişki, bir gülücüğün yüze yayılmasını gülün yüzde yayılmasına benzetiyor muhtemelen. Fakat o kadar talihsiz, o kadar çaresiz, o kadar ezilmiş insanız ki, bırakın elimize gül almayı, gül tarlasına girsek, güle boğulsak, her yanımız gül olsa da bir türlü gülemiyoruz. Hadi gülemedik, bari ölelim. Gülden düşüyoruz, ama ölemiyoruz da. Hay kör talih, kahpe felek!

Ekmek için savaşır, gül için ağlarız
Yeni duydum bu türküyü. Birkaç gündür dönüp dolaşıyorum içinde. “Ne zaman bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım” demiş ya Bedri Rahmi Eyüpoğlu, biraz abartmış, ama benzer bir his yaşıyor insan. Böyle türküler çokça var aslında. Bazıları coğrafyasıyla fena halde örtüşüyor, bazıları ise hoplamalı, zıplamalı, delişmen ritimler içinden çıkıp yüreğine saplanıyor insanın. Acıyı neşenin, neşeyi acının içine gömen bir tuhaf halkız vesselam. “Severken öldürüyoruz” gibi bir şey aslında bu. Karmaşık, girift, çalkantılı bir ruh hali… Sadece bireylerin değil, toplumların da psikolojisi var. Amerikan icadı ‘sosyal psikoloji’. Bizim psikolojimiz böyle işte. Neşemiz acı verir, acımız neşelidir. Başka halklar da böyle midir, bilmem. Bir halden diğerine geçen görmedim, duymadım, ama bir acının elinden tutup yürüyeni bildim sonuna kadar. Neşeyse de söz konusu olan öyle başlayıp öyle sürüyor izlediğim kadarıyla. Örneğin ‘Pride’ filminde İrlandalı kadınların bir ağızdan söylediği şarkı: “Biz ekmek için savaşırız / Ama güller için ağlarız”. Acıysa acıda durmayı, neşeyse o ruh haline geçmeyi, onu yaşamayı anlattı bana.

Kadınların direncine Akdeniz gülü
Ken Loach’ın ‘Ekmek ve Güller’ filminde bir çağrıya dönüşüyor bu sözler: “Biz ekmek istiyoruz, ama gül de istiyoruz. Tüm güzellikleri istiyoruz, hayattaki tüm güzellikleri!” Bir yere kıpırdayamazsın zaten bu sözlerin içinde, kalakalırsın orada. Çünkü 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün hikayesidir bu. 1908’deki fabrika yangınında ölen 128 kadın işçinin çığlığıdır. Onlar için yürüyen 15 bin kadının sloganıdır aynı zamanda: “Ekmek istiyoruz, gül de”. Bu olaydan üç yıl sonra James Oppenheim, “Ekmek ve Güller” şiirini yazdı. Bu şiirden bestelenen şarkı ve söz konusu slogan, bir yıl sonra patlak verecek greve adını verdi: Ekmek ve Güller grevi… İşte Dirmil’de kızarıp kokan o gül, New York’ta, İrlanda’da, Pakistan’da, dünyanın her yerinde kadınlara uzanın bir çığlık şimdi: “Yürürken biz, yürürken günün güzelliğinde / Karanlık mutfaklara, gri fabrika kuytularına / Dokunur apansız çıkan güneşin tüm parlaklığı / Ve duyar insanlar bizim şarkımızı: Ekmek ve Güller! Ekmek ve Güller! // Yürürken biz, yürürken, erkekler için de savaşırız / Çünkü kadınların çocuklarıdır onlar ve biz analık ederiz yine onlara. / Yaşamlarımız doğumdan ölüme kan ter içinde geçmeyecek / Kalpler de ölür açlıktan bedenler gibi; ekmek verin bize, ama verin gülleri de. // Yürürken biz, yürürken, sayısız ölü kadın da yürür bizimle / Ve bizim şarkımızda duyulur yaşlı çığlıkları ekmek için. / Küçük hünerleri, sevgiyi ve güzelliği bilirdi onların kahırlı ruhları. / Evet kavgamız ekmek için, ama güller için de”.