Her yıl bahar aylarında Toroslar’ın eteklerinde heyecanlı bir kıpırdanma başlar. Hazırlıklar yapılır, tekerlekler gıcırdar, keçeler toplanır, sürüler çağrılır. Vakit göçme vaktidir. Ama bu, sadece bir yer değiştirme değildir; bu bir zaman yolculuğudur. Yörük göçü, Anadolu’nun yüzyıllardır süregelen bir geleneği, bir yaşam tarzıdır. Doğayla yapılan eski bir sözleşmenin, göçebe ruhun hâlâ atan kalbidir.

Göçebe hayat, bizim geçmişimizin ta kendisidir. Atalarımız, Orta Asya'nın uçsuz bucaksız bozkırlarından Anadolu’ya uzanan uzun ve meşakkatli bir yürüyüşün çocuklarıydı. At üstünde büyüyen, rüzgârın şarkısını ezbere bilen, evini sırtında taşıyan bir milletti. Onlar için yurt, sabit bir yer değil; ruhun beslendiği, özgürlüğün solunduğu geçici bir konaktı. Ve her göç, onlar için bir veda değil; yeni bir başlangıç oldu.

Bize kalan en büyük miraslardan biri de bu ‘göçebe ruh’tur. Bu kültürel miras, sadece tarih kitaplarında değil; genetik hafızamızda da taşınır. Çünkü göç, yalnızca fiziksel bir hareket değil, bir kimliktir, bir hafızadır. Belki de bu yüzden, modern hayatın şehrin sıkışmış duvarları arasında nefes almakta zorlanırken içimizde sürekli bir “yola çıkma” arzusu hissediyoruz. "Yolda olmak" düşüncesi bize iyi geliyor çünkü biz yoldan geldik.

Bugün hâlâ yaşadığımız bu coğrafyada "Yörük" kelimesi canlılığını koruyor. Antalya ve çevresinde, kışları ovada geçen hayat, bahar geldiğinde yaylalara doğru yapılan göçle yeniden şekilleniyor. Yerel festivallerde bu kültür yaşatılmaya çalışılıyor. Antalya'da yaşıyorsanız mutlaka bir Yörük etkinliğine denk gelmişsinizdir. Ancak bu hafta Kumluca’da düzenlenen Tarım ve Seracılık Festivali’nin açılışını oluşturan Yörük Göçü, başka bir seviyedeydi. Sanırım aradığım ruh tam da böyle bir şeydi.

Kusura bakılmasın ama böyle köklü bir kültürü yaşatmak, şuraya üç beş kıl çadır kurup birkaç geleneksel obje yerleştirip “Yörük Festivali yapıyoruz” demekle olmuyor. Bu, bir kimliktir; bir ruhtur. Dolayısıyla organizasyonun da bu bilinçle yapılması gerekiyor. Ve bu anlamda, Kumluca bu işi çözmüş. Bu yıl izlediğim Yörük göçü, tam anlamıyla bu kimliği yansıtıyordu. Bu bir gösteri değil, bir halk hareketiydi adeta.

Geçit töreni belediye binasından başlayıp kuleye kadar devam etti. Kırkın üzerinde mahalle hazırlanmıştı, her biri sırayla alandan geçti. Kimisi traktörüyle geçti, kimisi devesiyle kimisi de yayan yürüdü. Mahalleler arasında tatlı bir rekabet vardı desek yeridir. Her mahalle kendi geçim kaynağını ve yaşam tarzını simgeleyen bir performansla sahnedeydi. Kimi odun kesti, kimi yün eğirdi, kimi şeker dağıttı, kimi çiçek. Genciyle yaşlısıyla kundaktaki bebeğiyle herkes geçitteki yerini aldı.

En dikkat çekici şeylerden biri de bu insanların orada olmaktan, bu kültürü yaşatmaktan duydukları mutluluktu. Yalın ama gururlu bir neşe vardı yüzlerinde. Bu hikayenin seyircisi değil, bizzat aktörleriydiler. Aralarına karışmış birkaç turistin coşkusu ise her şeyi özetliyordu. Onlar da bu göçü hayatları boyunca unutamayacaklar eminim.

Göçebe ruh, bedenlerimizde hâlâ kıpırdıyor. Belki de bu yüzden, ne kadar şehirleşsek de içimizde bir yayla serinliği, bir göç özlemi hep var olacak.