Geçtiğimiz pazar günü, Konyaaltı Pınarbaşı Kapalı Pazar Yeri'nde bir pazarcının yanında, tezgâhın arkasında durarak yarım günlüğüne pazarcılık yaptım. Bu deneyimi, sosyoloji alanındaki değerli hocam Prof. Dr. Suat Kolukırık’ın bir yüksek lisans dersinde söylediği şu cümleden ilham alarak yaşamak istedim: “Bir sosyolog hem en lüks otelde kalmalı hem de pazarda pazarcılık yapmalıdır.” Çünkü toplumu anlamak; yalnızca okumakla değil, bizzat tecrübe ederek, gözlemleyerek mümkün olabilir. Bu öğüt, beni pazara götüren en temel motivasyondu. Toplumsal yapıyı anlamanın yalnızca teorik bilgilerle değil, aynı zamanda pratiğe dayalı gözlemlerle mümkün olduğunun altını çizen bu söz, beni pazarcılıkla tanışmaya itti. İşte bu nedenle, yıllardır alışveriş yaptığım Toros Mahallesi’ndeki bir pazarcının yanına giderek, onun dünyasında bir gün geçirmek istedim.
Tezgâhın arkasında durmak, sadece ürün satmakla kalmayıp, insanlarla birebir iletişim kurarak emeğin zorluklarını birinci elden deneyimleme fırsatını sundu. Pazar yerleri, bir sosyolog için ekonomik ve sosyal ilişkilerin en mikro düzeyde gözlemlenebileceği eşsiz ortamlardır. Pazarlık süreçleri, alışveriş alışkanlıkları, pazarcılar arasındaki dayanışma ve rekabet, toplumsal yapının küçük birer yansımasını sunuyor. Her hareket, her bakış, toplumsal ilişkilerin farklı yönlerini gözler önüne seriyor. Daha uzaktan bakınca, pazarcılar kimin hangi ürünü satın alıp almayacağını, kimin söylenip gideceğini, kimin sohbet edip gideceğini, kimin yorum yapıp gideceğini, kimin neyden ne kadar alabileceğini tahmin ediyor ve biliyorlar.
Sabahın erken saatlerinde tezgâhların kurulma sürecine tanıklık ettim. Pazar, bir yandan emeğin yoğunluğunu hissettiren, diğer yandan da umudu barındıran bir atmosfer sunuyordu. Tezgâhlardaki fiyatlara bakan insanların yüz ifadeleri, ekonomik eşitsizliklerin gündelik hayatta nasıl somutlaştığını gözler önüne seriyordu. Özellikle emeklilerin boş çantalarla dolaşarak yalnızca fiyatlara bakıp tezgâhlardan uzaklaşmaları, ekonomik kaynakların sınırlılığının gündelik yaşam üzerindeki etkisini derinden hissettirdi. Bu durum, tüketim toplumunun görünmeyen yüzüne işaret ediyordu.
Pazarcılar arasındaki iletişim ise dayanışmanın somut bir göstergesiydi. Herkes birbirini iyi tanıyor, samimi bir bağ içinde hareket ediyor ve birbirinin emeğine saygı duyuyordu. Bir ürün gerektiğinde, hiç tereddüt etmeden komşu tezgâhtan alıyorlardı. Bu alışveriş, pazar yerinin güven ve yardımlaşma ağına dayandığını gösteriyordu. Pierre Bourdieu’nün ‘alan’ kavramı çerçevesinde düşündüğümüzde pazar, ekonomik, sosyal ve kültürel sermayelerin kesişim noktasıdır. Pazarcıların sosyal ağları, birbirleriyle alışveriş yapma pratikleri ve dayanışma kültürü, bu alanın bir toplumsal ekosistem olarak işlediğini gösteriyor.
Erving Goffman’ın dramaturji yaklaşımını ele aldığımızda, pazarcıların müşterilerle kurduğu iletişimde farklı rollere büründüğünü ve adeta bir sahnede performans sergilediğini gözlemlemek mümkündür. Tezgâhın arkasında duran pazarcılar, müşterilere farklı stratejilerle yaklaşarak hem ekonomik hem de sosyal ilişkiler geliştirir. Bu süreçte kullanılan jestler, mimikler ve pazarlama teknikleri, toplumsal rollerin nasıl sergilendiğine ve bu rollerin toplumsal bağlamda pazarlama süreçleriyle nasıl iç içe geçtiğine dair önemli ipuçları sunar. Kimisi müşteriyi ikna etmeye çalışan bir oyuncu gibi davranırken, kimisi diğer pazarcılarla dayanışma veya rekabet içinde bir dost rolüne bürünür. Bu dinamikler, toplumsal hayattaki performansların sergilenişi ve bireyler arası etkileşimlerin çok katmanlı yapısını anlamak açısından oldukça değerli bir gözlem alanı sunar.
Max Weber’in ‘emek ahlakı’ kavramı, pazarcıların günlük yaşamında açıkça hissediliyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla başlayan hummalı çalışma, işlerine olan bağlılıklarını ve içlerindeki umut ışığını adeta görünür kılıyordu. Gün doğarken tezgâhların titizlikle hazırlanışı, bu bağlılığı gözler önüne seren bir sahne gibiydi. Ancak satış olmadığında yüzlerde beliren hayal kırıklığı, ekonomik sistemin bireyler üzerindeki baskısını ve emeğin karşılığını alamamanın yarattığı duygusal yükü anlamama olanak tanıdı. Bu hummalı çaba, yalnızca ekonomik bir hayatta kalma mücadelesini değil, aynı zamanda emeğin bireylerin ruh hallerine ve fiziksel dayanıklılıklarına olan etkilerini de gösteriyordu. Gün sonunda hissedilen fiziksel yorgunluk, kimi zaman emeklerinin karşılığını almanın verdiği tatminle, kimi zaman ise umutsuzlukla birleşiyordu. Bu, kapitalist ekonomik sistemin emeğe dair yarattığı duygusal ve psikolojik baskıyı da açıkça gösteriyor.
Bu deneyim, yalnızca bir sosyolojik gözlem yapma fırsatı değil, aynı zamanda emeğin zorluğunu birebir deneyimleyerek insanlara daha fazla empati geliştirme imkânı sundu. Gün sonunda ayaklarıma kara sular inmişti ve her yerim sızlıyordu. Bu fiziksel yorgunluk, pazarcıların günlük yaşamlarının ne kadar zorlayıcı olduğunu hissettirdi.