Sessizlik… Eskiden doğal hâlimizdi. Şimdi ise ayrıcalık gibi, lükse kaçar oldu.
Oysa insanlık binlerce yıl boyunca sessizliğin içinde yaşadı. Kimselerin dikkatini çekmeden, sessiz sedasız takıldılar. Doğanın sesleri onlara ritim oldu; hiçbir zaman bu seslerin önüne geçmeye çalışmadılar. Gürültüden uzak durdular ama kendilerini ifade etmekte zorlanmadılar. Belki de onlar için en güzel ifade biçimi sessizliğin ta kendisiydi.
Şimdiyse sessizlik; aranan, ihtiyaç duyulan hatta ancak satın alınabilen bir şeye dönüştü. Adeta çağın lüksü oldu. Bugün şehirde yaşayan biri için tam anlamıyla sessizliğe ulaşmak neredeyse imkânsız. Sürekli bir şey çalıyor; bildirim sesleri, trafik yani şehir başlı başına bir gürültü cenneti. Hatta bazen kendi iç sesimiz bile bir uğultuya karışıyor. Her şey konuşuyor, her şey anlatıyor, her şey dikkat istiyor. Ama bu uğultunun içinde kimse gerçekten duymuyor ve dinlemiyor.
İnsanlar artık gürültüyle var olmaya çalışıyor. Bu, modern dünyanın yeni varoluş biçimi hâline geldi. “Ne kadar çok ses çıkarırsam o kadar varım” düşüncesiyle yaşıyoruz sokaklarda, otobüslerde, alışveriş merkezlerinde… Toplu alanların çoğu, birilerinin sözde varoluş mücadelesine sahne oluyor. Gürültünün dozu arttıkça anlama ve dinleme yok oluyor. Sessizlik ise gitgide arka plana itiliyor. Oysa gürültü çağında sessiz kalmak bir cesaret işi, bir meydan okuma, kendin için yapabileceğin en büyük strateji. Konuşmadan durabilmek, cevap vermemek, paylaşmamak… Sosyal medyada üç gün ortadan kaybolunca hemen soruyorlar: "Bir şey mi oldu?" Belki de asıl ‘bir şey’, tam da o sessizliğin içinde başlıyor. Çünkü sessizlik sadece dış dünyayla değil, iç dünyamızla da yüzleşmenin kapısını aralıyor. Kalabalıkta kaybolan düşünceler ancak sessizlikte değer kazanıyor, bütün sesleri susturup düşünmek istiyor insan.
Belki de bu yüzden sessizlik artık sadece bir ihtiyaç değil, bir arayış haline geldi.
Kimi bu sessizliği doğada bulmaya çalışıyor. Telefonun çekmediği yerler özgürlük vaat ediyor. Telefonunu kapatma cesareti olanlar bir orman yoluna düşüyor, sabah kuş sesiyle uyanmanın nasıl bir ayrıcalık olduğunu yeniden hatırlıyor. Kimiyse içe dönerek, kalabalıktan çekilerek, bir tür içsel inziva yaratıyor kendine. Gönüllü yalnızlık, gönüllü sessizlik...
Bazen de sessizlik, bir iletişim biçimi oluyor. Söylenmeyen sözler, aslında çok şey anlatıyor. Susmak bazen kırılmamak, bazen kırmamak için. Bazen anlamamak değil, fazlasıyla anlamış olmak demek.
Konuşmadan da anlaşabilmenin yolu hâlâ mümkün aslında ama kalabalık bunu unutturuyor.
Oysa sessizliğin içinde saklı bir güç var. Sesimizin olmadığı yerde sezgilerimiz devreye giriyor. Farkındalığımız keskinleşiyor. Seslerin sustuğu anlarda kendi sesimizi, yani gerçek benliğimizi duymaya başlıyoruz. Belki de bu yüzden sessizlikten korkuyoruz. Çünkü o geldiğinde, kaçamadığımız her şey önümüze seriliyor; ertelenmiş duygular, bastırılmış düşünceler, göz ardı ettiğimiz iç hesaplaşmalar… Gürültü bu yüzden cezbedici. Çünkü düşünmeye fırsat vermiyor, yüzleşmeyi erteliyor. Bir kaçış sunuyor. Ama ne kadar kaçabiliriz ki? Bir gece uykumuzun tam ortasında, bir sabah kahvenin ilk yudumunda ya da bir bakışın içinde. Geldi mi susar her şey. Ve o anda anlarız; bazen en doğru cümle, hiç söylenmemiş olandır. Belki o zaman ses çıkarmadan da var olabileceğimizi öğreniriz. Belki de en güçlü varlık hâli, hiç ses çıkarmadan da hissedilebilmektir.