Bu ülke çok renkli, bu topraklar binlerce yılın aklıyla, kültürüyle, birikimiyle, vicdanıyla, tortusuyla dolu. Bir kentten diğerine gittiğinizde ayrı bir dünyaya yolculuk etmiş gibi olursunuz. Anadolu’yu dolaşanlar bu duyguyu iyi bilir. Hatta bir kentin sınırları içinde bile bir iklimden diğerine, bir peyzajdan ötekine, bir kültürden başka kültüre yürürsünüz. Antalya’nın batısıyla doğusu birbirine iki gezegen kadar uzak gibidir. En batıda Patara’yı görürsünüz mesela, en doğuda ise Antiocheia ad Cragum bekler sizi. Biri Uranüs, diğeri Satürn…
BİNLERCE YILLIK TEKSTİL
Denizli’deydik hafta sonu. Cumartesi Hierapolis ve Pamukkale’ye, Pazar günü de Laodikeia’ya gittik. Biri Denizli merkeze 15, diğeri 30 dakika uzaklıkta iki antik kent. Hem çok benziyorlar birbirlerine, hem de bambaşkalar birbirlerinden. İki kentin de iki tiyatrosu var. Bu en dikkat çeken benzerliklerinden biri… Yani her iki kenti de dolaşanlar 4 antik tiyatro görüyor. İki kentin de büyüklüğüne ve zenginliğine bir kanıt bu. Zenginliğin kaynağı da tekstil, dokumacılık… Denizli günümüzde de bir tekstil kenti. Yüzlerce, binlerce yıl öteden geliyor bu gelenek. Kenti zenginleştirmeye, güzelleştirmeye devam ediyor.
PAMUKKALE’NİN TURİSTLERİ
Bu iki kentin hemen göze çarpan bir diğer ortak özelliği de Japonlar… Türkçe ve İngilizce bilgi panolarının altında Japonca da yer alıyor. Çok sayıda Japon gördük her iki kentte de. Hierapolis demek, Pamukkale demek zaten… Kente gidenlere anlatmaya gerek yok zaten. Fakat biz gitmeyenler için birkaç cümle söyleyelim. Antik kentin üzerinde kurulduğu platonun eşiğinde, yamacında travertenler yer alıyor. Böylece iki turist tipi yığılıyor kente. Birincisi traverten meraklısı, kısmen grileşmeye başlamış beyaz terasları, yani Pamukkale’yi görmek isteyenler… İkincisi de antik kent gezginleri. Aslında bir de yamaç paraşütçülerini eklemek lazım. Fakat onların hacmi üçüncü planda kalıyor.
PARA BASAN ANTİK KENTLER
Bu turist tipleri bir araya gelince de Hierapolis biraz ana-baba gününe sahne oluyor. Kentin çok ziyaretçisi var. Sağa sola yayılmış müze mağazalarından, ‘museum shop’ tabelalarından da anlaşılıyor bu. Bir öbek girişte karşılıyor sizi; ikinci öbek de müzenin altında, travertenlerin hemen üstünde… Sözün özü, Hierapolis ve Pamukkale para basıyor. Kaz gelen yerden de tavuk esirgenmez malum. O nedenle çok sayıda ‘shuttle’ denilen turist taşıma araçları var kentte. İsterseniz hiç yürümeden antik kenti dolaşabilirsiniz. Girin kente, ‘shuttle’ size tiyatroya götürsün, oradan alsın agoraya taşısın, mezarları görmek isterseniz tekrar atlayın araca. Bundan ne keyif alıyorlar bilmiyorum ama antik kentin içinde vızır vızır çalışıyor bu araçlar.
AGORANIN BOYALI DUVARI
Laodikeia antik kenti, aslında Hierapolis’ten daha büyük. Hatta Anadolu’nun en geniş yüzölçümüne sahip kenti diye anılıyor. Fakat Pamukkale’nin biraz gölgesinde kalmış gibi. Aslında 2003 yılından beri kenti kazan Celal Şimşek Laodikeia’ya adeta ruh üflemiş diyebiliriz. Antik kentleri asla birbirine tokuşturmam. Fakat sakinliği tercih eden birisi olarak Laodikeia’nın bana daha sıcak geldiğini söyleyebilirim. Toprağın altından müthiş bir kent doğuyor. Kenti gezenler, hem gerçek anlamda bir arkeolojiyi, doğru bir kazıyı, hem de bir antik şehrin orijinal hallerini, detaylarını, sürprizlerini yaşayabiliyor. Orijinal eserlerin kentteki yerlerinde sergilenmesi de cabası. Örneğin Traian heykeli, çeşmedeki yerinde duruyor şu an. Replika filan değil, orijinal haliyle duruyor yani. Agoranın boyalı duvarları, hala canlılığını koruyan desenleri müthiş. Onlar da orijinal haliyle duruyor. Her ikisinin yakınında da bir güvenlik kulübesi… Kent iyi korunuyor. Tarihe, arkeolojiye, geçmişe meraklı, kendini geliştirmeye çalışan güvenlik ekibini de ekleyelim sözlerimize. Onların emeğini de bir kenara not edelim.
BÜTÜN AKTÖRLERE GÖREV
Turizm rehberleri, bu güvenlik ekibinin ziyaretçilerle diyaloğunu, kentle ilgili bilgiler aktarmasını istemiyormuş. Şikayet konusu yani. Fakat gece-gündüz kentte duran, devriye atan, sürekli kazı ekibiyle diyalog halinde, birlikte çalışan güvenlikçilerin, kendilerine ‘burası ne?’ diye soran ziyaretçilere yanıt vermemesi de biraz abes. Turizm rehberlerinin meslek kimliğini, birikimini, ekonomisini, özlük haklarını koruma çabası da değerli. Bir çözüm yolu, bir denge noktası bulunabilir diye düşünüyorum. Güvenlik görevlileri de bir tür ‘ayaklı bilgi panosu’ gibi kullanılabilir. Bunun sınırı da çizilebilir. En azından, “burası ne?” diye soran ziyaretçiye, “tapınak” diyebilsinler. Tanıtım komplike, çok aktörlü bir alan. Bu alanda bütün kaynaklar, potansiyel, hevesliler değerlendirilmeli.