Uzun zamandır gözlemlediğim ve hayatımızı ele geçirmiş bir hastalıktan bahsetmek istiyorum.
Şikâyet etme hastalığı!
Hastalık olarak tasvir etmek istedim çünkü azımsanamayacak kadar fazla insanda var olduğuna inanıyorum.
Sabah evden çıkıp bindiğim otobüste, kahve içmek için gittiğim bir kafede, nefeslenmek için oturduğum deniz kenarında, tatilimin en keyifli anında ve daha nicesi yerde rastladığım sohbetlerin büyük çoğunluğunun ’denk geldiğimiz dönemin iğrençliği ve ortak şikayetler’ üzerine kurulu olduğunu fark ettim. Zaman, mekân fark etmeksizin yapılan bu sohbetler, sonrasında iyice hararetlenir, bir kuple ekonomi, bir kuple siyaset, bir kuple oradan buradan derken en hararetli sohbetler, sadece şikâyetler üzerine yapılır.
Peki sonra ne olur? Aldığın deniz havası da yaptığın tatil de sana iyi gelmez.
Elbette bize hakkettiğimiz yaşamı sunan, emek verip karşılığını alabildiğimiz, insan haklarına sonsuz derecede saygılı, aidiyet hissettiren, ultra medeni ve özgürlükçü bir ülkede yaşadığımızı iddia edemem.
Ama şunu biliyorum ki her şeyden şikâyet etmeyi alışkanlık haline getiren insanlar, artık bunu karakterlerine oturtmuş ve kendilerini öyle kabullenmişlerdir zaten. Ne yapsanız da memnun edilemeyecek bu tarz insanlar, hayatımızda devamlı, negatif bir düşünce döngüsü yaratıp hayat akışımızı biz fark etmesek de olumsuz yönde etkiliyor maalesef.
Hayatta iki tip insan var aslına bakıldığında;
Toplayan ve çoğaltan ya da çıkaran ve bölen. Hayatımızdaki insanların, aslında hayatımıza ne kattığına ya da hayatımızdan ne eksilttiğine bakmak gerek.
Gözümün üstünde kaşım var cinsinden şikâyet etme hastalığına yakalanmış insanlar, ruha zarardan başka bir şey değil.
Sizinle aynı sularda yüzen, yolunuza taş değil basamak koyabilen insanlardır ruhunuza iyi gelen.
Konu tam olarak şuraya geliyor veya gelmeli;
Var olan durumu değiştirmek için şikayetlenmekten başka ne yapıyoruz?
Aslında, şikâyet ettiğimiz durumlara öyle güzel adaptasyon sağlıyoruz ki onlarla yaşamaya kendimizi alıştırıyoruz.
Belki de korkuyoruz, konfor alanı saydığımız yerlerden sıyrılmaya.
İşte bahsettiğim korku, bizi, yoran ve tüketen tüm durumlara koşulsuz bağlıyor. Konfor alanı sandığı yer, kötü de olsa uyum sağlıyor insan. Sonra, elinde tek kalan şikâyet etmek oluyor işte. Sohbet edebileceği tek konu ise ‘şikayetleri’…
Bu döngü böyle tekrarlanıp gidiyor.
Sanırım bu çağ her anlamda tükenmişlik çağı.
Öyle bir çağ ki her şeyden şikâyet edilen ama kesinlikle değiştirmek için tek bir hamle bile düşünülmeyen.
Sonrası da sessizce bir kabulleniş işte.
Dallarından meyveler sarkan ağaçların arasındayken belki soğuk bir kış günü içini ısıtacak güneş yüzüne vururken ya da bir yaz günü, kıyıya vuran dalgaların sesindeki melodiyi dinleyip denizin tuzlu kokusunu içine çekerken şikâyet etmemeli insan mesela.
Sanırım ben de her şeyden şikâyet eden insanlardan şikayetçiyim.