‘Sildim ya’

Bir bardak suya sığdırılmış okyanus misali, öylesine geniş, öylesine derin. ‘Sildim ya’ demek, bir şeyin varlığını inkâr etmekten ziyade, o şeyin üzerini ince bir toz tabakasıyla kapatmak gibi. Çünkü silmek, bir yanılsamanın en kurnaz biçimi. 

Silmek, unutmak değil; unutmayı istemek bile değil. Bir tür kaçış değil aksine, o şeyle yüzleşmekten kaçınmanın bir yolu, daha çok. Modern insanın kendini kandırma sanatının en incelikli hamlesi. Her şeyi bir çırpıda yok ettiğini zannetmek, aslında o şeyleri daha da güçlendirmekten öteye gitmez. Sildim ya, dediğimde aslında neyi silmiş oluyorum? Bir insanı mı, bir anıyı mı, yoksa içimdeki o tarifsiz boşluğu mu? Silmek; sanki tüm dertleri, tüm acıları bir silgiyle yok edebilirmişim gibi bir yanılsamaya sürüklüyor.

Oysa gerçekte, her sildim dediğimde, bir başka biçimde yeniden yazıyorum onları. Zihnimin derinliklerinde, karanlık koridorlarda, o silinmiş sandığım şeyler, bir gölge gibi peşimde dolaşıyor.

Bir daha geri dönmemek üzere silinmesi için, öncelikle varlığını kabul etmek zorundasın. Bir bakıma silmek, yok edemeyeceğin bir şeyi inkâr etmek sadece. Sanki bilinçaltının derinliklerinde saklı kalan o hayal kırıklığı, hiç yaşanmamış gibi davranmakla yetineceksin. Diken gibi ruha saplanır kalır, sildim derken aslında o dikenleri daha derine itersin.

Silmek, bir kaçış gibi görünür; oysa ki kaçış, en büyük teslimiyettir. Kendine karşı dürüst olamamak ise yalanların en büyüğü.

Bir zinciri kırdığını zannederken, aslında daha kalın bir zincirin halkasına takılırsın.

Oysa insanın kendine söylediği yalanlar, en zor unutulanlardır. Kendini kandırmanın hafifliği, bir zaman sonra ağır bir yük haline gelir. Bir yanılsamayı kabul etmekten başka bir şey değil. Silinen her şey, aslında bir başka biçimde yeniden ortaya çıkar.

Bir su damlasının okyanusta kaybolması gibi; varlığı kaybolur ama özü hep oradadır. Ne kadar silmeye çalışırsan çalış o damla, denizin bir parçası olmaktan çıkmaz. Denizin bir dalgası, bir köpüğü olur belki görünmez, belki de suyun dibine çöker. Ama oradadır.

Silmek, sanki varlığının yükünü hafifletecekmiş gibi görünür; fakat her sildim dediğinde, aslında o yükün altında biraz daha ezildiğini fark edersin.  Silmek, var olanı yok etmez, bilakis onun gölgesini büyütür. Köşelere bir yerlere itilen her şey, orada sessizce büyür, kök salar ve daha derinlere iner.

Çünkü biz, Sisifos’un lanetini yaşıyoruz. Taşı tepeye yuvarlamaya çalışırken, her seferinde aşağı yuvarlanan taşın peşinden koşuyoruz.

Silmek, bir tür mezar kazmaktır; lakin o mezarın içinde yatan, asla gerçekten ölmüş değildir. Her silme girişiminde bir hortlak gibi geri döner. İşte bu yüzden sildiğini söylemek, aslında o hortlakları yeniden çağırmaktan başka bir şey değil.

Her silme çabası, bir diğerini doğuran bir döngüden ibaret. Silmek, unutmak değil; aksine, unutmamak için verilen bir savaş. Bir kaçış gibi görünse de, aslında en büyük teslimiyet. Yüzleşmekten kaçınmanın bir biçimi. Gerçek anlamda silmek, belki de hiç mümkün olmayan bir arayışın ürünü.

Bu, bir çeşit psikolojik hilekârlık. İncitici gerçeklikten kaçışın çaresizce bulunmuş bir yolu.

Silmek, var olanı yok etmeye yetmez, sadece onun izlerini daha derinlere kazır. Bu kazı çalışması daha da güçlü bir tekrarını doğurur yaşananların.

Aslında hiçbir şey silinmez, sadece yeniden şekillenmesi gereklidir. Çünkü gerçek anlamda bir şeyi silmek mümkün değil. Her yaşanan bir iz bırakır. Silmek, bir tür kaçışken kabullenmek büyük bir zafer.

Silmek, sadece yüzeyi değiştirmek gibi; tıpkı gerçeklikle yüzleşmekten kaçınmanın bir yolu. Her silme girişimi, aslında sadece bir hikayeyi değil, kendi gerçekliğimi de yok eder. Hayat belki de, silmek yerine kabullenmeyi öğrenmek ve geçmişi bir yana bırakmak değil, onu yeni bir pencereden görebilmektir.

Silmek, kendi aklındaki bir odayı kilit altına almak gibi. Ancak her kilit, içindeki hayaleti daha da güçlendirir. Asıl gerçeklikten kaçarken, bir bakmışsınız kendi yarattığınız dünyaların mahkûmu oluvermişsiniz.

Silmek, zihnin derinliklerinde kurulan bir hücre; fakat bu hücrenin parmaklıkları görünmez ve yalnızca içine hapsetmekle kalmaz, hayaletlerle dolu bir zindana dönüştürür.

En nihayetinde silmek, bir anıyı değil, anıların yaratıcılarını susturmaktır. Oysa, sessizlik bile zamanla konuşmaya başlar ve geçmişin hikayeleri, yeni bir pencereden bakıldığında, bir miras olarak kabul edilmeyi bekler. Unutulmak istenen her şey, kabullenildiğinde bir mirasa dönüşür.

Gölgelerle barışmak, onların varlığını kabul etmek zorundasındır. Çünkü karanlık, aydınlığın yokluğu değil, onun başka bir biçimde var olmasıdır.

Ve belki de en sonunda, "Hayat, hatırladıklarımızdan çok, unutmadıklarımızla şekillenir," der Paulo Coelho. Unutmak mümkün değilse, en iyisi onlarla büyümek.

Geçmiş, asla gerçekten geçmez; sadece başka bir biçimde var olur. İşte bu yüzden, kabullenmek, silmekten daha derindir.