Bazı şehirler vardır, sizi sizden alır. Şehre varır varmaz, daha ilk soluğunuzda bir şey olur. Nefes alırsınız ama o sadece oksijen değildir; bir duygu, bir çağrıdır. Bilmediğiniz bir şehirde bu ilk nefes heyecan verir insana. Kendinizi o heyecana bırakırsınız, ayaklarınız sizi nereye götürürse… Bir sokağın köşesine, bir kahvehanenin önüne, bir bilinmeze…
Ama bildiğiniz bir şehirde o ilk nefes artık sadece heyecan değil, çok daha kişisel, çok daha içseldir. Geçmiş, gelecek ve şimdi bir anda harekete geçer. Özlem de karışıktır bu hisse. Ne olduğunu tam bilemezsiniz ama hissettiğiniz şey belki de çocukluğunuzdur. Geri dönmenin mümkün olmadığı o yıllar… Belki de o şehir, sizin ilk varoluş mücadelelerinizin tanığıdır. Bazen destek olmuş, bazen yolunuza engeller koymuştur. Ama her zaman yanınızda olmuştur.
Bu şehri gri bulanlar olur. Soğuk derler, kasvetli derler. “İnsanlar burada nasıl yaşıyor?” diye sorarlar. Derler de derler… Ama bilmezler ki gri, benim en sevdiğim renktir. Sabah akşam o ayaz, en güzel anlarıma eşlik etmiştir.
Şehirler aslında hep aynıdır; onları anlamlı kılan, anlattıkları hikâyelerdir. Hele ki bu hikâyenin kahramanı sensen… O şehir, gördüğün en güzel şehir olmaya adaydır.
Yıllar sonra bile, bu şehrin havasını solurken zaman bükülür. Her bir adımda anılar hücum eder. Slayt gibi geçer gözlerimin önünden hayatın en güzel günleri. Böyle bir şehre nasıl ‘çirkin’ diyebilirim? Ona dair tanımlar bulabilirim belki ama 'çirkin' asla olmaz onlardan biri.
Yıllardır gelip giderim. Semtime her uğrayışımda gözlerim yukarılara kayar. Doğup büyüdüğüm o evi ararım. Uzun zaman oldu, yerinde yok. Ama her defasında yine yukarı bakarım. O evden görünen manzarayı özlerim. Belki de bu yüzden her gittiğim yerde şehre yüksekten bakmak isterim. Belki bir alışkanlık… Belki de o eski hissi yeniden yakalama çabası. Şimdi anlıyorum, doğduğun ev sadece bir mekân değil. O evin sana bıraktığı his, bir ömürlük bir iz bırakıyor.
Zaman geçtikçe şehirler de değişiyor, yabancılaşıyor. Ama ayakların, nedense hep hikâyene tanıklık eden yerlere yöneliyor. Tanıdık gelen her nesne, sana zamanda yolculuk yaptırıyor. Sanki görünmez bir düğmeye basılmış gibi… Unuttuğun her şey birden aklına akın ediyor.
Şehirler de okyanuslar gibidir. Sen, o okyanusta bir damladan ibaretsindir. Ama o damla bile, bir hikâye taşır. Şehirler de hikâyelerini paylaşmak ister. Benim şehrim de anlatmak istiyordu.
“Anlat” dedim.
“Benim gibi kaç ruh geçti içinden? Kaç kişiyi mutlu ettin? Sesini duyan kaç kişi çıktı? Kaç yaralı kalp seni dinledi? Ya da kaç yaralı ruhu boğdun, gri fonlarında?”
Cevaplar heykellerdeydi, anıtlarda, ağaçlardaydı. Yani şehrin kolay kolay değişmeyen demirbaşlarında… Herkesin fark etmeden önünden geçtiği ama zamana şahitlik eden o sessiz tanıklarda. Onlar, bu şehrin ruhlarındandı.
Her gelişimde onları ararım. Yerlerinde olduklarını görmek, beni mutlu eder. Yanlarından geçerken yüzümde, sadece ikimizin anlayacağı bir tebessüm belirir. Selamlaşırız, hasret gideririz. Çünkü onlar unutmaz. Çünkü onlar da bu şehrin hafızasıdır.
Evet…
Şehirlerin ruhu vardır.
Ama o ruhu duyabilmek için zaman gerekir. Yıllar… Yollar… Yaşanmışlıklar… Şehre değil, kendine dönmektir aslında bu yolculuk.
Ve şehir, usulca fısıldar kulağına: “Hoş geldin.”