Sosyoloji yalnızca gözlem yapmaz, müdahil olur. Göz ardı edilenin, üstü örtülenin, kanıksanan adaletsizliklerin izini sürer. Toplumun nabzını ölçen ama o nabzın hızlanmasına neden olan çarpıntıları da sorgulayan bir bilimdir. Sosyolog ise bu yolculuğun hem tanığı hem tanımlayıcısıdır. Ancak görevleri bununla sınırlı değildir, sorumluluğu burada bitmez, tam da burada başlar!
Lőic Wacquant’ın da belirttiği gibi; “Toplumsal bakımdan akla yatkın ve kendi zamanının sosyo-politik gerçekliğiyle temas halinde kalması için, sosyolojinin, yerleşik güçler ve yerleşik düşünme biçimlerini saymama ve bunlara mesafe alma anlamında her şeye 'burnunu sokmak' gibi bir görevi vardır”... Bu söz mesleki bir sorumluluğun altını çizer. Sosyolog, “çok konuşma”, “fazla karışma”, “olanı olduğu gibi kabul et” diyen sesi bastırıp toplumsal olanın içini deşmelidir. Ezilenin sesini duymak, dışlananın deneyimini anlamak, görmezden gelineni görünür kılmak, görünenden ötesini sorgulamak zorundadır. Sosyoloğun pusulası budur.
Sosyolojiye romantik bir anlam yüklemiyorum. Fakat siyaset üstüymüş gibi yaparak, aslında statükonun gölgesinde kalmaya devam eden bir bilim anlayışına da mesafem net. Sosyoloji, bulunduğu çağın ruhuna dokunmuyorsa sadece veri yığar. Oysa bu çağ, susan değil konuşan, geri çekilen değil müdahil olan sosyologlara ihtiyaç duyuyor.
Sosyolog, sokağa yakın durur; sokaktadır, sahadadır, okuldadır, evdedir, mahallededir, kurumlardadır, kısacası hayatın içindedir. Laboratuvara kapanan değil, insanların arasında dolaşan; tabelaya değil tabana kulak veren bir pozisyonda olmalıdır. Çünkü toplum dediğimiz şey, steril bir denklem değil; çatışmaların, çelişkilerin, dönüşümlerin canlı sahnesidir. İnsan da böyle bir varlıktır zaten. Kendi içindeki çatışmaları, çelişkileri, dönüşümleriyle yaşar. Kendine dikkatle bakarsan, toplumu görürsün.
Yerleşik düzen, kendi sürekliliğini sağlamak için eleştiriden kaçarken, sosyolojinin varlık sebebi tam da bu direncin üstüne gitmektir. Sosyolog yalnızca toplumsal sorunları değil, bu sorunları üreten, yeniden üreten ve meşrulaştıran zihniyetleri ve yapı taşlarını da hedef alır. Bu nedenle sosyolojinin "her şeye burnunu sokması", yalnızca bir tercih değil, bir zorunluluktur.
Sosyolog eleştirmelidir. Çünkü sosyoloji, eleştirel bir bilimdir. Yakın duran değil mesafe koyan; itaat eden değil sorgulayan bir bilimsel duruşla hareket etmeliyiz. Sosyolojinin görevi budur. Bizim görevimiz budur.
İşte bu yüzden, sosyologlara toplumun her alanında daha çok ihtiyaç var. Çünkü biz, olanı olduğu gibi kabul etmeyen, yapının değil insanın, ezberin değil hakikatin izini süren bir mesleğin mensuplarıyız. O yüzden sosyologlar yalnızca akademide değil; belediyelerde, hastanelerde, adliyelerde, cezaevlerinde, okullarda, bakanlıklarda, sivil toplumda, özel sektörde, kısacası her kurumda istihdam edilmelidir. Herkes, karar verirken kendine bir sosyolog danışman edinmelidir. Çünkü toplumu anlamadan düzen kurulmaz; anlamadan iyileştirme olmaz. Sosyolog, bu düzenin vicdanıdır.
Sosyologlar susarsa toplumun dili susar. Görmezden gelineni gören, duyulmayanı duyan, söylenemeyeni dile getiren bizleriz. Sosyoloji varsa umut vardır; sosyolog varsa sorgu vardır, dönüşüm vardır. Biz buradayız; görmek, göstermek ve değiştirmek için. Sosyolog varsa hakikat de toplum da yalnız kalmaz. Çünkü bizler toplumun aynasıyız; kırılmasın diye değil, gösterelim diye tutarız.
Sosyolog aynadır
Funda Alpaslan Talay / Uzman Sosyolog
Yorumlar