“Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar?” gibi bir mesele… Kültür turizmi mi, turistik kültür mü? Böyle sorulunca işin içinden çıkmak mümkün değil. Kitle turizmi bir yamyam… Tonlarca insanı bir yere, bir alana, bir mekana, bir etkinliğe doldurduğunuzda oralar yıkılıyor. Kökünden, kökeninden kopup kimliksiz, kişiliksiz bir hale geliyor. Kalabalık kitleler gittikleri her yeri resmen somuruyor, sömürüyor. Kısa bir sürede biten destinasyonların yerine, hemen yenisinin piyasaya sürülmesi gerekiyor. Geride de hayalet mekanlar, otel iskeletleri, yağmalanmış bir coğrafya, tecavüz edilmiş tarihi eserler kalıyor. Son yıllarda ülkemizi kırıp geçiren sömürge madenciliğine benzer bir şey bu: Sömürge turizmi…

OTEL BAHÇESİNE TAŞINAN KÜLTÜR
Peki doğru soru ne? Şöyle bir soruyu deneyebiliriz mesela: Kültür turizmi mi, kültürlü turizm mi? Kitle turizmine dönüşmüş bir kültür turizminin ne olduğunu girişte anlattık. Sorunun ikinci ayağı olan ‘kültürlü turizm’ nedir? Antalya’nın birçok köşesinde karşımıza çıkan ahşap tahıl ambarlarını alıp beş yıldızlı otelin bahçesinde dekorasyon malzemesi olarak kullanmayan; tam aksine o tarihi ambarı olduğu yerde, bulunduğu yerleşimde, halkla birlikte koruyan, orada ziyaret eden, turisti oraya taşıyan turizm… Böyle diyebiliriz herhalde. Yani sadece kitleyle değil, halkla beraber yapılan, bölge insanına da kazandıran, onu da kazanan bir turizm modeli…

HALKLA BİRLİKTE TURİZM MÜMKÜN
Bir dolu şey eklemek mümkün buna. Örneğin çevreci, otantik dokuyu koruyan, en azından bozmayan, hırpalamayan, yağmalamayan, kültürel mirasa özen gösteren, üstüne titreyen bir turizm diyebiliriz. Toplumun, halkın kültürel gelişimini, eğitimini, sürece dahil edilmesini, birlikte gelişmeyi, büyümeyi, paylaşımı önemseyen bir model… Çok mu ütopik? Dünyada örnekleri var bunun. Özellikle Batı ülkeleri böylesi formülleri öne koyuyor. Kendi toprağını, doğasını, tarihini, kültürel mirasını yağmalatmadan, bizden daha fazla turist ağırlıyor bu ülkeler. Bizden daha fazla kazanıyor. Zenginliklerine zenginlik katıyorlar.

TADINI KAÇIRMAYALIM
Biz ne yapıyoruz? Stokta tuttuğumuz her antik kentin yanına, önüne, çevresine beş yıldızlı otel dikme derdindeyiz mesela. Portakal bahçelerinin dibine, tam dibine, iki metre yanına taş ocağı açıyoruz. Dünyanın başka bir yerinde olsa pamuklar içinde saklanacak, korunacak, üzerindeki toz bezlerle silinecek Finike portakalına gram değer verdiğimiz yok. O da kültür işte… Sadece portakal değil yani; bütün geçmişiyle, emeğiyle, etrafında gelişen yaşamla bir halkın kültürü. Selge’deki tarım terasları da öyle. UNESCO’nun kültürel miras listesi gibi, tarımsal peyzaj alanları için de uluslararası listeler var. Mesela Dünya Tarım Örgütü’nün listesi bunlardan biri… Selge’nin terasları da aday… Fakat ne Antalya, ne turizm bundan haberdar…

KÜLTÜR VE TURİZM NASIL ANLAŞIR?
Sonuç olarak kültür ve turizmin yan yana gelişinden bir hayır görmedik şimdiye kadar. Tam aksine kültür, turizmin bahçesi, oyuncağı haline geldi. Turizm sermayesinin kültürel mirası, tarihi alanları, halkın değerlerini fütursuzca sömürdüğü, tepe tepe kullandığı bir kaos oluştu. Ya bu iki alanı birbirinden ayıracağız, ya da kültürü bir üst noktaya taşıyıp, turizm baskısını biraz geriye çekeceğiz. Bunun için de kültürün, turistik bakışın tahakkümünden kurtulması ve turizmin de kültürlenmesi gerekiyor. Şimdiye kadar yapılamadı. Geçmişte birkaç kez denendi ama kısa sürdü, devamı gelmedi. Eğer rutini sürdürür, turizmin yağmasına dur demezsek, yakında elimizde bir birikim, kültür, tarih, doğa, ekmek, su, portakal kalmayacak. Malum, kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser.