Farkında olmadığımız ya da aslında normalleştirdiğimiz ne çok şey varmış hayatta. Mesela aslında kimse kimseye gerçekten ‘nasılsın’ diye sormuyor. Öyle basmakalıp sorular ve cevapların varlığını sürdürdüğü bir akış. Doğrusu insanlar artık pek de merak etmiyor kimin nasıl olduğunu.
Fark ettim de şu sıralar kime dokunsam yangın yeri gibi. Bunalmışlıkların hâkim olduğu kaotik bir ortam; adeta günümüz dünyası. Aslında sanki bu döneme has demek pek doğru olmaz. Dert denen şey her zaman var olan bir olgu, neticede doğarken kimse bize dertsiz bir dünya vadetmedi.
Benim derdim de herkesin olduğu gibi bazen kendimin de içine düşmekten alıkoyamadığı dert girdabında dönüp dururken kaybolmak.
Aslında ben dert konularına biraz yabancıyım. Hiç derdi tasası olmayan gamsız bir insan olduğumdan değil. Hatta öyle zamanlar oluyor ki her tuttuğum elimde kalıyor. Kendimize dert edindiğimiz her ne ise beklemiyor ki biz ona kapılalım. Bir anda içine çekip alıyor, sonra da bir güzel sarıp sarmalıyor. E hal böyle olunca ne de güzel geliyor insana bir battaniyeye sarılıvermek. Dert konusuna yabancı olmamın sebebi, sanırım tam anlamıyla kendimi; derdin kollarını açmış beni bekliyor haline sarılamıyor olmam. Sonunu göremeyeceğim kör bir uçurum gibi, sanki bırakamıyorum kendimi derde. Bırakılmamasının daha iyi olduğuna inanıyorum çoğu zaman. Ama bu iyi ya da kötü bir şey mi derseniz buna net bir emin olmuşluğum var diyemem.
Bazen derdime sarılamıyor olmak eksik hissettirse de sımsıkı sarıldığımda güçsüz ve savunmasız hissettiriyor. Sanki kalabalığın içinde yapayalnız kalmışçasına…
İnsanın derde bağlanmakla ilgili değil de derdin insana bağlanması gibi kötü alışkanlıkları olduğuna inanıyorum. Sen beslersin o büyür, beslendikçe seni sever, hatta çok sever. Ve bu korkunç boyutlarda tehlikeli geliyor bana. Dert seni çok severse eğer büyür, ayaklanır ve başka bir vücut bularak sana koşar. Yani form değiştirir ama yine gelir. Mutlaka tekrardan uğrar beslendiği yere.
Nasıl ki her birimiz biricik özelliklere sahipsek, parmak izlerimize kadar farklıysak tutunduğumuz dallar da illaki farklılıklarla dolu olacak.
Ama herkesin tutunabileceği bir dal var ve bunun adı ‘umut’. Umut, en çok dertten uçsuz bucaksız bir çukura düştüğümüzde gerekli olan aslında. Bizi nefeslendiren tek şey, farkında olmadan dahi olsa tutunduğumuz umut dalı.
O dert çukurunun en dibine düşüp bağdaş kurmuş otururken bize uzanacak bir dal umudumuz kalmadığını görürsek, eğer o zaman bitmiştir zaten yaşam. Kalbimiz atmayı çoktan durdurmuştur.
Derdin varlığını reddettiğimi veya hafife aldığımı kesinlikle düşünmeyin. ‘Aman takma, boş ver. Haline şükret’ klişecilerinden değilim. Ama bağıra bağıra söyleyebilirim ki; dert hep var ve var olmaya devam edecek.
Yaşamaya devam etmek için o dertlerin yanıp sönmesini bekleyecek olursak, her rüzgârda biraz daha alevlenecek gibi sanki.
O zaman biz de ateşle oynamayı mı öğrensek?